1448’de Dimetoka’da doğdu. Fâtih Sultan Mehmed’in Gülbahar Hatun’dan doğan büyük oğludur. Yedi yaşında iken Amasya sancak beyliğine gönderildi. 1457 baharında da kardeşi Mustafa ile birlikte Edirne’de sünnet edildi.
Amasya’daki sancak beyliği sırasında, bölgede cereyan eden başlıca siyasî olaylar, Dulkadıroğlu Alâüddevle’nin Osmanlılar’a sığınması, Yûsufca Mirza kumandasındaki Akkoyunlu kuvvetlerinin Tokat’ı tahrip etmesi (1472) olmuştu. Otlukbeli Savaşı’nda Kazova’da orduya katılan Bayezid sağ kolda yer aldı. İran’dan gelen tüccarların mallarının yağmalanması üzerine gönderdiği kuvvetler 1479’da Torul ve yöresini Osmanlı topraklarına kattı.
Muarrifzâde’den okuyan Bayezid Şeyh Hamdullah’tan hat dersleri almış, Çandarlı İbrâhim ve Yahyâ Paşa gibi tecrübeli devlet adamları da kendisine lala tayin edilmiştir. Afyon kullandığı için bir ara babası ile arası açılmış, ancak Fâtih oğlunu buna sürükleyen Hızır Paşazâde Mahmud ile Müeyyedzâde Abdurrahman’ın öldürülmelerini emretmişse de Bayezid musâhiplerini korumuş ve babasına zayıflamak için aldığı bazı “müferrihât”tan vazgeçtiğini bildirerek af dilemiştir (TSMA, nr. E. 6366). Bunun dışında Bayezid’in mülklere ve vakıflara getirilen kısıtlamaları uygulamada ağır davranması ve İstanbul’a gönderilmesi istenen bir tüccarı teslim etmemesi gibi birkaç küçük olay yüzünden de babası ile münasebetleri bozuldu.
Fâtih Sultan Mehmed’in 3 Mayıs 1481’de ölümü, Bayezid ile Karaman sancak beyi olan kardeşi Cem’i tahta geçme konusunda karşı karşıya getirdi. Fâtih’in düzenlediği kanunnâmede padişah olacaklara “nizâm-ı âlem” için kardeşlerini öldürme hakkı tanıması, şehzadeler arasındaki saltanat mücadelesine yaşamak arzusu gibi bir mahiyet de vermişti.
Fâtih’in Cem’in doğumundan memnun kalmayıp beşiğini tekmelediği ya da yerine Bayezid’in geçmesini vasiyet ettiği hakkındaki kayıtlar (İbn Kemal, s. 178; Hezârfen Hüseyin, vr. 110b) gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Ancak Vezîriâzam Karamânî Mehmed Paşa’nın Cem’e taraftar olduğu, buna karşılık İstanbul muhafızı İshak Paşa ile Bayezid’in damatları Anadolu Beylerbeyi Sinan ve yeniçeri ağası Kasım’ın Bayezid’i istedikleri bilinmektedir. Fâtih öldüğünde kapıcılardan Keklik Mustafa Bayezid’e gönderilirken Cem’e de haber yollanmıştı. Ancak Cem’e giden ulağın yolu kesilmiş, İstanbul’da baş gösteren karışıklıklarda Karamânî Mehmed Paşa öldürülmüş ve yeniçeriler sokaklarda Bayezid lehine nümayişe başlamışlardı. İshak Paşa bir an önce gelmesi için Bayezid’e dâvetnâmeler gönderirken onun İstanbul’da bulunan oğlu Korkut’u babasına vekâleten tahta oturtmuştu.
Babasının vefatını 7 Mayıs’ta öğrenen Bayezid 4000 atlı ile yola çıkarak 21 Mayıs’ta Üsküdar’a ulaştı. Kadırga ile İstanbul’a geçip babasının cenaze merasimine katıldıktan sonra Topkapı Sarayı’na girdi. 22 Mayıs 1481’de toplanan Dîvân-ı Hümâyun, Şehzade Korkut’un saltanatı babasına bıraktığını ilân etti.
Bayezid ilk olarak kapıkullarına üçer bin akçe cülûs bahşişi dağıttığı gibi yeniçeri ulûfelerini 5 akçeye çıkardı; vezirlere ve beylere de diledikleri yerde köyler temlik etti. Fakat kendisini saltanata daha lâyık gören Cem’in silâhlı mücadeleye girişmesi kanlı bir iç savaşa, arkasından da devletler arası bir probleme yol açtı. Topladığı kuvvetlerle Bursa’ya giren Cem adına hutbe okutmak ve para bastırmak suretiyle padişahlığını ilân etti; arkasından imparatorluğu paylaşmak teklifinde bulundu. Bayezid ise saltanatın bölünemeyeceğini belirterek bunu reddetti ve Cem’in üzerine yürüdü. Yenişehir Savaşı’nda (22 Haziran) yenilen Cem Mısır’a kaçtı; Karamanoğlu Kasım’ın çağrısı üzerine tekrar Anadolu’ya dönerek şansını bir daha denediyse de sonunda Rodos şövalyelerine sığınmak zorunda kaldı (29 Temmuz 1482). Bayezid kardeşinin serbest bırakılmaması için büyük çaba harcamak ve bazı tâvizler vermek gereğini duydu. Cem’i göz altında bulundurmaları için şövalyelere her yıl 40.000 duka ödenmesine ve onlara Osmanlı topraklarında serbestçe ticaret hakkı tanınmasına dair bir anlaşma yapıldı. Ayrıca hıristiyanlarca kutsal sayılan, üzeri kıymetli taşlarla süslü altından bir muhafaza içinde saklanan Jean Baptiste’in (Hz. Yahyâ) sağ eli şövalyelere armağan edildi.
Cem’in Avrupa’ya naklinden sonra da Osmanlı Sarayı ile Rodos, Venedik, Savoia, Fransa ve papalık arasında yoğun bir yazışma başladı. Bayezid gönderdiği ulaklarla Cem’in hayatta olup olmadığını sorduruyor, bir yandan da onu kaçırma ya da öldürme yollarını arıyordu. Fakat Fransa Kralı VIII. Charles’in İtalya seferi umulmadık değişikliklere yol açtı. Papa VI. Aleksandr Osmanlı sultanından para yardımı istediyse de daha sonra Cem’i VIII. Charles’e teslim etmek zorunda kaldı. Bu sırada hastalanan Cem 25 Şubat 1495’te büyük bir ihtimalle zehirlenme sonucu vefat etti.
Cem olayı ve bu olay dolayısıyla Avrupa’da İstanbul’u geri alma yolunda doğan umutlar Bayezid’i çok dikkatli ve barışçı bir siyaset takip etmeye sürükledi. Bununla birlikte o gerektiğinde savaştan da çekinmemiş, böylece Osmanlı topraklarına yeni yerler katılmıştı.
Bayezid’in Cem ile saltanat savaşının ilk sonucu Otranto’nun elden çıkmasıdır. Bayezid, Otranto’yu zaptettikten (11 Ağustos 1480) sonra kuvvet toplamak için geri dönen Gedik Ahmed Paşa’nın tekrar İtalya’ya gitmesine izin vermeyince güç durumda kalan Türk garnizonu Napoli kuvvetlerine teslim oldu (10 Eylül 1481). İtalya’da sağlanmış olan üs böylece kaybedildikten sonra Napoli Krallığı ile esirlerin geri verilmesini öngören ve tarafların tebaalarına ticaret serbestliği tanıyan bir anlaşma yapıldı.
Boğdan Voyvodası Stefan cel Mare’nin Bulgaristan’a saldırması ve Tuna ağzında üslenen korsanların Türk donanmasına zarar vermeleri üzerine Bayezid bizzat sefere çıkmak zorunda kaldı. Bu Boğdan seferinde Kili (15 Temmuz 1484) ve Akkirman (4 Ağustos) kaleleri alınarak Stefan yıllık vergiye bağlandı ve Kırım’a karadan ulaşım sağlandı. Kaybettiği yerleri geri almaya çalışan Stefan ise bunu başaramayacağını anlayınca 1501’de Osmanlılar’la yeni bir barış imzaladı. Boğdan seferi sırasında Kırım kuvvetleri Besarabya bölgesini ele geçirdiklerinden Polonya ile doğrudan temasa gelinmişti. Karşılıklı akınlar yüzünden dostça başlamayan Osmanlı-Polonya münasebetleri Macar Kralı II. Ulaszlo’nın ara buluculuğu ile iyiye dönüştü.
Arnavutluk’ta İskender Bey’in (George Castriota) başlattığı isyan papalığın ve Napoli Krallığı’nın desteğiyle genişleyince Bayezid 1492’de Tepedelen’e kadar ilerleyip Vezîriâzam Dâvud Paşa’yı âsiler üzerine gönderdi. Bu sefer sırasında pek çok esir alındı ise de Arnavutluk’ta tam bir sükûnet sağlanamadı.
Bayezid döneminin dış siyasetinde en büyük dalgalanma Venedik ile olan münasebetlerde görülmektedir. Başlangıçta, mevcut 1479 anlaşmasının bazı hükümlerini Venedik lehine değiştiren yeni bir anlaşmaya varıldı (6 Ocak 1482). Fakat Venedik Osmanlı hazinesine vermekte olduğu yıllık 10.000 dukayı ödemeyince Cem’in ölümünden sonra kendini daha serbest hisseden Bayezid Türk limanlarını Venedik ticaretine kapattı (1496). Bu sırada Kemal Reis kumandasındaki Osmanlı donanması da Dalmaçya sahillerini vurmaya başlamıştı. Venedik’in Türkler’e karşı Fransa ile ittifak yapması üzerine İstanbul’daki Venedikli tâcirler tutuklanıp mallarına el konuldu ve ardından savaş ilân edildi (1498). Dört yıl süren bu savaşta Türk donanması önce 9 Ağustos’ta Modon, 15 Ağustos’ta da Koron limanlarını ele geçirdi. Friuli bölgesine saldıran Türk akıncıları da Venedik önlerine kadar ilerlediler. Öte yandan Papa VI. Aleksandr ve Macar Kralı II. Ulaszlo ile ittifak yapan Venedikliler, İspanya ve Fransa gemilerinin de katılmasıyla 1501 yazında Midilli ve Çeşme’ye saldırmışlar, ancak bir sonuç alamamışlardı. Sonunda Venedik Cumhuriyeti papanın Haçlı çağrısının da etkisiz kaldığını görünce II. Bayezid ile anlaşma gereğini duydu. 14 Aralık 1502’de İstanbul’da Grekçe olarak düzenlenen, ancak Doc Leonardo Loredano tarafından 20 Mayıs 1503’te onaylanan antlaşmaya göre Venedik eskisi gibi yıllık 10.000 dukayı ödeyecek, Santa-Maura’da el koyduğu 34.000 dukayı da geri verecekti. Buna karşılık yeniden ticaret serbestliğine kavuşacak ve İstanbul’da üç yılda bir değişen bir baylo (bailo) bulundurma hakkını elde edecekti (Melikoff, I, 123-149).
Fâtih döneminde Macaristan ile olan savaş hali karşılıklı akınlar şeklinde Bayezid zamanında da devam etti. Taraflar arasında 1483 ve 1494’te yapılan mütarekeler, Macaristan’ın Boğdan işlerine karışması ve Türkler aleyhindeki ittifaklara katılması yüzünden barışı sağlayamamıştı. Sonunda, 1503’te Boğdan’la birlikte Eflak’ın ve Ragusa’nın her iki tarafa da vergi ödemesini kabul eden ve karşılıklı ticaret serbestliğini tanıyan bir antlaşmaya varılabildi.
Bayezid döneminin dikkati çeken özelliklerinden biri de Rusya ve Endülüs ile ilk defa münasebet kurulmasıdır. Kırım Hanı Mengli Giray’ın aracılığı ile yapılan ön görüşmelerden sonra Çar III. Ivan 31 Ağustos 1492’de Bayezid’e bir mektup yazarak (Hammer, IV, 34) Azak ve Kefe paşalarının Rus tüccarlarına zorluk çıkarmalarından yakınmıştı. Ticaret serbestliği sağlamak amacıyla 1495’te bir Rus elçisi İstanbul’a gelmiş, bunu 1499’da yeni bir elçilik heyeti takip etmişti. Öte yandan Kastilya (Castilla) Kralı Katolik Ferdinand (Fernando) tarafından sıkıştırılan Gırnata’daki (Granada) Benî Ahmer Devleti yardım isteğinde bulunmuş, ancak o sıralarda Osmanlı deniz gücünün zayıflığı ve Cem olayı yüzünden gereken yardım yapılamamakla birlikte Kemal Reis kumandasındaki bir filo İspanya sahillerini vurmuş, Endülüs müslümanlarının bir kısmını Afrika sahillerine ve Osmanlı ülkesine taşımıştı. Bu arada yine İspanya’da engizisyonun zulmünden kaçan yahudilerden bir kısmı da Osmanlı topraklarına sığınarak çeşitli şehirlere yerleştirilmişti.
Bayezid devrinin en önemli olayı Memlükler’le altı yıl süren bir savaşa girilmesidir. Çukurova’da ve Dulkadıroğulları Beyliği üzerinde üstünlük kurma yarışı ve Memlükler’in Cem’i desteklemeleri iki devleti karşı karşıya getirdi. 1485’te başlayan Osmanlı-Memlük savaşında taraflar kesin bir zafer kazanamadılar. Tunus Hükümdarı Osman Hafsî’nin aracılığı ile 1491’de anlaşmaya varıldı. Yapılan anlaşma sonunda Adana ve Tarsus kaleleri Haremeyn evkafına bağlı olmaları sebebiyle Memlükler’e bırakıldı (İbn İyâs, II, 261-272). Mısır’la savaş Osmanlılar’ın Karaman ve Dulkadıroğulları ile ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemişti. Karaman Beyliği Fâtih döneminde ortadan kaldırıldığı halde Cem olayı ve Mısır’ın desteği meseleyi yeniden alevlendirdi. Karamanoğlu Kasım’ın ve ondan sonra Turgut oğlu Mahmud ile Mustafa’nın bağımsızlık çabaları ancak 1501’de sona erdirilebildi. Büyük dalgalanmalar gösteren Osmanlı-Dulkadır ilişkileri de Memlükler’le anlaşma yapılması ve Alâüddevle’nin af dilemesi üzerine yeniden düzeldi.
Bayezid’in barışçı ve çekingen siyaseti Safevîler’le ilişkilerde de Osmanlılar’ın aleyhine gelişti. Şah İsmâil’in Şiî siyaseti Anadolu’da etkisini gösterirken bu yayılmayı ısrarla önlemeye çalışan kişi Trabzon sancak beyi Şehzade Selim oldu. 20.000 kişilik bir Safevî kuvvetinin Ankara’ya kadar ilerlemesi tehlikenin büyüklüğünü gösterince Şiî olduklarından şüphelenilen 16.000 kişi Anadolu’dan Rumeli’ye göç ettirildi. Ancak 1511’de baş gösteren Şahkulu İsyanı Anadolu’yu baştan başa kana boyadı. Bu ayaklanmalar sırasında Tokat’ta Şah İsmâil adına hutbe bile okutuldu. Artan huzursuzluklar Bayezid’in tahtı kaybetmesinde büyük rol oynayacaktı.
Bayezid içte sükûneti sağlamaya ve fetihlerle gelişen imparatorlukta idarî sistemi yerleştirmeye yönelmişti. Ancak zaman zaman kendisini iktidara getiren güçlerin isteği doğrultusunda bazı uygulamalarda bulunmak zorunda da kaldı. Fâtih döneminde devlet gelirlerini azalttığı düşüncesiyle timara çevrilen ve kaldırılan vakıflar eski sahiplerine geri verilirken daha önce kaldırılmış olan nakîbüleşraflık müessesesi yeniden kuruldu. Gedik Ahmed Paşa ise devşirme tesirine son vermek için değil Cem taraftarı olmak suçlamasıyla idam edildi.
Öte yandan Bayezid döneminde orduyu güçlendirecek bazı tedbirler de alındı. Bunların başında, Yeniçeri Ocağı’nda ağa bölükleri denilen yeni bir sınıf kurulması gelmektedir. Timarlı sipahiler 5000 akçe için bir cebelü beslerken bu miktar 3000 akçeye indirildi. Donanmada kalyon sınıfından Göke adlı ilk gemi yapıldı ve uzun menzilli top kullanılmaya başlandı. Artan malî işleri yürütebilmek için Anadolu’ya ait şıkk-ı sânî denilen ikinci bir defterdarlık kurulurken saraya alınacak iç oğlanlarını yetiştirmek amacıyla da Galata Sarayı Mektebi açıldı.
Bayezid sükûneti seven, memleketi mâmur, halkı refah içinde görmek isteyen bir padişah olmakla beraber bu emeline ulaşamadı. Bunun birçok sebebi arasında kendisinin giderek hoşgörüden uzaklaşmasının ve yönetimi ehil olmayan kişilere bırakmasının da payı vardır. 1492 ve 1502 yıllarındaki veba salgınları pek çok ölüme yol açmış, altı yıl süren bir kıtlık da büyük sıkıntılar doğurmuştu. İstanbul’da 11 Eylül 1509’da başlayıp kırk beş gün süren deprem, 1070 evle 109 mescidin yıkılmasına ve 5000’den fazla can kaybına sebep olduğundan “küçük kıyamet” diye anılmıştı. Şehzadeler arasında baş gösteren saltanat mücadelesi ile buna eklenen Şahkulu İsyanı ise Bayezid’i önce tahtından, sonra da hayatından etti.
Yaşı ilerleyen ve nikris hastalığı yüzünden sağlığı bozulan Bayezid, davranışlarıyla kendisine benzeyen büyük oğlu Ahmed’i tahta geçirmek istediğinden, oğulları arasında çok erken bir mücadele başlamasına sebep oldu. 1503’te İstanbul’a gelen Venedik elçisi Andrea Gritti, padişahın bu eğilimine karşı Korkut’un kendisini saltanata en lâyık şehzade olarak gördüğünü, Selim’in ise İran şahı ile savaşından ötürü ün kazandığını belirtmektedir.
İlk önce harekete geçen Korkut Antalya’dan Saruhan’a (Manisa) nakledilmemesine kızarak 1509’da Mısır’a gittiyse de ertesi yıl geri döndü. Ancak onun sancağından ayrılıp Manisa’ya gitmesi, Şahkulu denilen Nûreddin Ali’ye isyan için büyük bir fırsat verdi. Anadolu’da Safevî egemenliğini sağlamaya çalışan Şahkulu 1511 baharında ayaklanınca büyük bir Sünnî-Şiî çatışması başladı. Üzerine gönderilen kuvvetleri yenen Şahkulu geçtiği yerlere dehşet salarak Bursa yakınlarına kadar ilerledi, daha sonra Sivas’a yöneldi ve Safevîler’e sığındı. Bu isyanı bastırmakla görevlendirilen Şehzade Ahmed’in başarısızlığı Selim’in şansını daha da arttırdı. Oğlu Süleyman’ın sancak beyi olduğu Kefe’ye giden Selim Silistre’ye naklini istedi. Teklifi kabul edilmeyince de topladığı kuvvetlerle Kili’ye geçip Edirne’ye doğru yürüdü (Haziran 1511). Bu durumda Bayezid Selim’i Semendire’ye nakletti ve Ahmed’i tahta geçirmeyeceğine de söz verdi, ancak bu anlaşma sürekli olmadı. Bir süre sonra babasının üzerine yürüyen Selim Uğraşköy savaşında yenilerek Kefe’ye döndü. Ancak Ahmed’in İstanbul’a çağrılması onu istemeyen yeniçerileri ayaklandırdı (21 Eylül 1511). Geri dönen Ahmed Konya’yı ele geçirdi. Bu defa da yeniçeriler padişahın idaresizliğini öne sürerek Selim’in kendilerine serdar tayin edilmesini istediler. Sonunda Bayezid bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Olaylar sırasında Bayezid’in hizmetinde bulunan Cenevizli Antonio Menovino’nun naklettiğine göre 19 Nisan’da İstanbul’a gelen Selim Yenibahçe’de karargâhını kurduktan sonra saraya gidip babasının elini öptü. Bayezid onun Anadolu’ya geçmesini isteyince de tahtın sahibi olursa gönül rahatlığıyla savaşabileceğini belirtti. Bunun üzerine Bayezid saltanatı ona bıraktı (Antonio Menavino, vr. 50b). Böylece yeniçerilerin desteğiyle tahta çıkan Bayezid 30 yıl, 11 ay, 2 gün süren bir saltanattan sonra yine yeniçerilerin baskısıyla 24 Nisan 1512’de tahttan çekilmiş oldu. Bayezid, yanına bazı adamlarıyla dört yük akçe alarak Dimetoka’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Selim babasını şehir dışına kadar uğurladı. Tahtırevana binen Bayezid günde 5-6 km. yol alabiliyordu. Çorlu yakınındaki Abalar köyüne varıldığında fenalaştı ve 5 Rebîülevvel 918’de (21 Mayıs 1512) vefat etti. Ölüm sebebi çok şüpheli olan Bayezid’in bazı yerli ve yabancı kaynaklardaki kayıtlara göre zehirlenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Cenazesi İstanbul’a getirildi ve bugün kendi adıyla anılan Beyazıt Meydanı’nda yaptırtmış olduğu caminin yanına gömüldü. Daha sonra üzerine bir türbe yaptırıldı.
Ortadan uzun boylu, yağız çehreli, elâ gözlü, geniş göğüslü olan Bayezid yumuşak, hatta melankolik bir tabiata sahipti. Gençliğinde serbest bir hayat sürdüğü halde padişahlığında ibadete ve hayır işlerine yönelmişti. Bu sebeple de Bâyezîd-i Velî diye anılır olmuştu. Mecbur olmadıkça savaştan uzak kalmaya dikkat etmiş, “nizâm-ı memleket” için İstanbul’dan ayrılmamayı tercih etmişti.
Şehzadeliğinden beri etrafına ünlü bilginleri toplamış ve kendisini yetiştirmeye çalışmıştı. Aynı zamanda şair olan ve şiirlerinde Adlî mahlasını kullanan Bayezid’in çoğunluğunu (125 kadar) gazellerin meydana getirdiği küçük hacimli divanı basılmıştır (İstanbul 1308). Orta derecede bir şair olan padişah hat sanatında oldukça yetenekliydi. Uygur yazısını okumayı öğrendiği ve çok az İtalyanca bildiği yolunda da kayıtlar vardır. Ancak babası ölçüsünde hoşgörülü ve açık fikirli değildi. G. Bellini’nin yaptığı tabloların saraydan çıkartılıp satılması, Tokatlı Molla Lutfî’nin inançsızlıkla suçlanarak idamı bu dönemde olmuştur.
Öte yandan Bayezid, Molla Gürânî’nin cenaze törenine katılmış ve onun borcunu hazineden ödemiştir. Osmanlı tarihçiliği onun zamanında ilk büyük eserlerini vermiştir. İdrîs-i Bitlisî’ye Farsça, İbn Kemal’e Türkçe birer Osmanlı tarihi yazdırtmıştır. Ayrıca onun adına pek çok eser de kaleme alınmıştır. Zamanında pek çok âlim, sanatkâr ve şair yetişmiş, Molla Lutfî, Müeyyedzâde Abdurrahman, İbn Kemal, İdrîs-i Bitlisî, Tâcîzâde Câfer ve Sâdî çelebiler, Zenbilli Ali Efendi, Necâtî, Zâtî, Visâlî, Firdevsî gibi birçok âlim ve şair onun büyük desteğine mazhar olmuştur. 909-917 (1503-1511) yılları arasında muhtelif kimselere verilen ihsan ve hediyeleri ihtiva eden bir İn‘âmât Defteri’nde birçok şairin, sanatkârın, ulemânın ve meşâyihin ismine rastlanması, onun ilim ve kültüre verdiği değeri açıkça ortaya koyar. Bayezid ayrıca Avrupa’daki sanat hareketlerine de tamamıyla kayıtsız kalmamış, bazı sanatçılarla temas kurmaktan çekinmemiştir. Leonardo Da Vinci, padişaha yazdığı mektupta (TSMA, nr. E. 6184) Haliç ve Boğaz üzerinde birer köprü yapmaya hazır olduğunu bildirmiş, Michelangelo da köprü yapımının düşünüldüğünü duyunca bir ara İstanbul’a gelmeyi istemiştir. Fakat bu teşebbüsler gerçekleşmemiştir. Bu dönemde yazılan bazı buyruldu ve nâme-i hümâyunlarda Fâtih zamanında olduğu gibi Grekçe, İtalyanca ve Slavca da kullanılıyordu.
Bayezid çok kadınla evlenen ve çok çocuklu bir padişah olarak da tanınır. Adı bilinen hanımlarının sayısı sekizdir. Bunlardan sekiz oğlu ile on bir kızının olduğu bilinmektedir. İbn Kemal’in kaydına göre çocuklarının ve torunlarının sayısı 300’ü aşmıştı.
Bayezid İstanbul, Amasya, Edirne, Osmancık, Geyve ve Saruhan’da pek çok hayrat yaptırtmıştır. Cami, medrese, imaret ve şadırvandan oluşan Amasya’daki külliyesi 1481-1486 yılları arasında yaptırılmıştır. İstanbul’daki imaretin yapımına 1501’de başlanmış ve 1505’te bitirilmiştir. Başlangıçta cami, kervansaray ve çifte hamamdan ibaret olan külliyeye sonradan mektep, medrese ve imaret de eklenmiştir. Mimarı Yâkub Ağa’dır. Edirne’deki imaretin temeli ise 26 Rebîülevvel 889’da (23 Nisan 1484) atılmış ve 1488’de tamamlanmıştır. Cami, medrese, tabhâne, imaret ve dârüşşifâdan oluşan külliyenin bulunduğu semte İmâret-i Cedîd (bugün Yeniimaret) mahallesi denilmiş ve Bayezid burada oturanları bütün avârız-ı dîvâniyyeden muaf tutmuştur. Bunların dışında Edirne’de Tunca üzerinde, Osmancık’ta Kızılırmak üzerinde, Geyve’de ve Sakarya üzerinde birer köprü yaptırtmıştır. Bursa’daki Pirinç Hanı da (1507) onun hayratı arasındadır.
28 Cemâziyelevvel 1021’de (27 Temmuz 1612) İstanbul’da doğdu. I. Ahmed ile Mâhpeyker (Kösem) Sultan’ın oğludur. Şehzadelik hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. II. Osman olayından sonra Sadrazam Dâvud Paşa’nın tertibiyle kardeşleriyle beraber Üsküdar’a götürülmek üzere sarayın bahçesine çıkarıldığı sırada kapı ağalarından biri tarafından öldürülmek istendiği ve diğer ağaların müdahalesiyle kurtulduğu rivayet edilir.
Amcası I. Mustafa’nın aklî dengesi yerinde olmadığından devlet idaresinde beliren karışıklığı gidermek için başta Sadrazam Kemankeş Ali Paşa ile Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi bulunduğu halde ileri gelenler tarafından I. Mustafa’nın tahttan indirilmesine karar verildiğinde küçük yaşta olmasına rağmen muhtemelen annesi Kösem Sultan’ın tesiriyle tahta çıkarıldı (15 Zilkade 1032 / 10 Eylül 1623). Ertesi gün Eyüp Sultan Türbesi’nde Aziz Mahmud Hüdâyî eliyle kılıç kuşandı ve beş gün sonra sünnet edildi. Saltanatının ilk yıllarında idare daha çok annesinin etkisi altındaki devlet adamlarının elinde kaldı. 1041’e (1632) kadar devam eden bu dokuz yıllık süre boyunca devrin olaylarında herhangi bir tesiri olmadı. Yönetimi tam anlamıyla, Sadrazam Receb Paşa’yı bertaraf edip zorbaları ortadan kaldırdığı Şevval 1041’den (Mayıs 1632) itibaren ele aldı.
Saltanatının ilk yıllarında Sadrazam Kemankeş Ali Paşa devlet işlerinde söz sahibiydi. Devrin kaynakları bu sırada devletin oldukça sıkıntılı bir dönem geçirdiğinde müttefiktir. Özellikle İstanbul’daki otorite boşluğu taşradaki idarecilerin kendi başlarına hareket etmesine yol açıyordu. Katledilen Sultan Osman’ın kanını dava etme iddiasıyla ortaya çıkıp Erzurum ve civarını hâkimiyeti altına alan, etrafta bulduğu yeniçerileri öldüren ve Ankara üzerine yürüyen Abaza Paşa ile Bağdat’taki Bekir Subaşı’nın faaliyetleri ciddi problem oluşturdu. Bağdat, gelişen hadiseler sonucunda Safevîler’in eline geçti (1033/1624). Bu arada Gürcistan’da da bazı olaylar çıktı (1034/1625). Ancak Bağdat’ın geri alınması işine öncelik verildi ve IV. Murad, Hâfız Ahmed Paşa’yı Bağdat’a gönderdi, ancak çarpışmalardan bir netice elde edilemedi (1035/1626). Diğer taraftan Abaza Paşa uzun uğraşılar sonucu teslim oldu ve padişahtan aman diledi. IV. Murad, huzuruna getirilen Abaza Paşa ile yakından ilgilendi ve onu Bosna beylerbeyiliğine tayin etti.
18 Şevval 1038’de (10 Haziran 1629) Hemedan ve Bağdat seferine çıkan Hüsrev Paşa, Abaza’nın eski adamlarından Genç Osman vasıtasıyla Kerbelâ, Necef ve Hille gibi yerleri zaptetti. Şehrizol Kalesi’ni (Gülanber) tamir ettirdi, bölgedeki aşiretleri itaat altına aldı. Mihriban Kalesi’ni de ele geçirdikten sonra 22 Ramazan 1039’da (5 Mayıs 1630) bu kale yakınında Hân-ı Hânân Zeynel’in ordusuna ağır kayıplar verdirdi ve IV. Murad’ın emriyle Bağdat üzerine yöneldi. 28 Safer 1040’ta (6 Ekim 1630) başlayan Bağdat’ın bu ikinci muhasarasından da bir netice alınamadı. Bu başarısızlık, Hüsrev Paşa’nın azline ve yerine ikinci defa Hâfız Ahmed Paşa’nın getirilmesine yol açtı.
IV. Murad’ın saltanatının bu döneminde Avrupa Otuzyıl savaşlarının buhranı içindeydi ve mezhep problemleri Osmanlı topraklarında da kendini gösteriyordu. Katolik devlet elçileriyle Calvin’in mezhebini kabul eden devlet elçilerinin siyasî mücadelesine sahne olan İstanbul’da Fransızlar’ın Katolikliğe üstün bir mevki sağlamak ve Cizvit faaliyetini geliştirmek yolundaki gayretlerine Hollanda ve İngiltere, Protestan mezhebini yaymaya çalışmak suretiyle karşılık veriyordu. Fransız sefiri M. le Comte de Cézy’nin Protestanlığın kötülük ve itaatsizlik telkin ettiğine dair ithamlarına karşı Hollandalılar, Cizvitler’i padişahın hayatı ve memleketin asayişi bakımından tehlikeli göstererek onların faaliyetini baltalamaya çalışıyorlardı. Bu çerçevede Osmanlı hükümeti, Cizvitler tarafından Katolikliği yaymak için kurulan matbaayı kapatarak onları Sakız’a sürmüştü. Erdel’de ise Bethlen Gábor İngiltere, Venedik, Hollanda gibi devletlerle anlaşıp Alman İmparatorluğu’na karşı Protestan prenslerine yardımda bulunuyordu. Bethlen, Murtaza Paşa’nın yardımıyla Almanya topraklarında askerî hareketler yaparken İstanbul’da da teşebbüslerde bulunarak Kırım kuvvetlerinin Lehistan’a girmesini temine çalıştı ve Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında yenilenecek anlaşmaya kendisinin de dahil edilmesi için ferman almayı başardı. Daha önceki devirlerde olduğu gibi IV. Murad zamanında da Zitvatorok Antlaşması yenilendi. 11 Ramazan 1036’da (26 Mayıs 1627) Gyarmath’ta yapılan anlaşmadan sonra Murtaza Paşa ile Kont von Althan arasında sıkı görüşmelerin ardından 13 Eylül 1627’de Szöny’de (Osmanlı kaynaklarında Sonbor) esas itibariyle daha evvelki ahidnâmeleri teyit edip yenileyen yirmi beş yıllık bir muahede imzalandı.
Bu dönemde IV. Murad İstanbul’daki askerin zorbalığı, bunu kendi menfaatlerine alet eden devlet adamlarının tahakkümü ve eyalet isyanları gibi gailelerle başa çıkacak durumda değildi. Cülûsundan sonra birbiri ardı sıra ayaklanmalar oldu. Defterdar Yahni-Kapan Abdülkerim Efendi, ertesi yıl Topal Receb Paşa’nın tahrikiyle eski sadrazam Vezir Gürcü Mehmed Paşa öldürüldü. Balıkesir’de Cennetoğlu hükümet kuvvetlerini dağıtacak kadar güce ulaştıktan ve devleti altı ay kadar uğraştırdıktan sonra Manisa’da mağlûp edilerek Denizli’de yakalandı ve Birgi’de idam edildi (Rebîülevvel 1035 / Aralık 1625). Bu zorlu yıllarda IV. Murad’a yaşı ilerledikçe işleri Kızlar Ağası Mustafa Ağa’nın yardımıyla yürüten annesinin vesâyeti ağır gelmeye başlamıştı. Kuvvetli bir iradeye sahip olduğunu ispat eden, ara sıra kıyafet değiştirip şehirde dolaşarak her şeyin aslını öğrenmeye çalışan padişah devletin idaresini ele almaya hazırlanıyordu. Kösem Sultan’ın ise oğlunda gördüğü bu temayülden çekinip onu eğlenceye sevkettiği, hediye ve şenliklerle oyalamaya çalıştığı belirtilir.
IV. Murad’ın yönetimi tam anlamıyla eline geçirmesinin başlangıç noktasını, Hüsrev Paşa’nın azli ve ona taraftar olan askerlerin ve zorbaların vezîriâzam olmak isteyen kaymakam Topal Receb Paşa tarafından Hâfız Ahmed Paşa aleyhine kışkırtılması sonucu çıkan isyan hareketi teşkil eder. Zorbalar, 16 Receb 1041’de (7 Şubat 1632) Atmeydanı’nda toplanıp üç gün arka arkaya saraya giderek Hüsrev Paşa’nın azline sebep olan Sadrazam Hâfız Ahmed Paşa, Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi, Yeniçeri Ağası Hasan Halîfe ve Musâhib Mûsâ Çelebi dahil olmak üzere padişahın en yakın adamlarından on yedi kişinin başlarını istediler. IV. Murad, önce soğuk kanlı davranıp onları oyaladıysa da tahttan indirilme tehditleri ve Topal Receb Paşa’nın ısrarları sonucu durumun vehametini anlayarak âsilerin isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Hâfız Paşa’nın zorbalar tarafından katline şahit olunca da intikam almaya ahdedip ağlayarak dairesine çekildi (19 Receb / 10 Şubat).
Olaylar sonucu Receb Paşa sadrazam oldu. Azledilen Yahyâ Efendi’nin yerine meşihata Ahîzâde Hüseyin Efendi geçti. Padişahın bu olayda rolü bulunduğundan şüphelendiği, o sırada Tokat’ta olan Hüsrev Paşa’yı öldürtmesi Receb Paşa’yı memnun ettiyse de gazabından korktuğu padişahın etrafındaki adamları bertaraf etmek ve böylece rakipsiz kalmak için zorbaları yine harekete geçirdi. 19 Şâban’da (11 Mart) Hüsrev Paşa’nın başının geldiği haberi yayılınca ertesi gün yeni bir isyan başladı. Atmeydanı’nda toplanıp saraya yürüyerek padişaha ayak divanı yaptıran ve burada Yeniçeri Ağası Hasan Halîfe, Musâhib Mûsâ Çelebi ile Başdefterdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesini isteyen zorbalar, bu defa padişaha itimatları kalmadığını söyleyip şehzadeleri (Bayezid, Süleyman, Kasım, İbrâhim) görmek üzere Bâbüssaâde önüne çıkarttılar. Şehzade Bayezid ile Süleyman’ın, bu hareketlerinin kendi hayatları için tehlike arzettiği yolundaki sözleri hiçbir tesir yapmadı. Âsileri tatmin için Receb Paşa ile Ahîzâde şehzadelere kefil olduklarını açıkladılar. Ancak karışıklıklar sürdü. Sonunda Hasan Halîfe, Defterdar Mustafa Paşa, hayatının bağışlanması hususunda padişahın Receb Paşa’ya emanet ettiği ve Kaptanıderyâ Canbolatzâde Mustafa Paşa’nın da kefil olduğu Musâhib Mûsâ Çelebi saklandıkları yerlerde bulunup öldürülerek Atmeydanı’ndaki ağaca asıldı. Âsiler bu olayların padişah üzerindeki etkisini hesaba katarak onun bir gün intikam alacağını, bu padişah zamanında artık kendilerine hayat hakkı olmadığını anlayıp onu tahttan indirerek yerine şehzadelerden birini çıkarmayı düşündüler. Fakat aralarında ihtilâf çıktı. Elebaşılardan Rum Mehmed daha fazla ileri gidilmemesi fikrindeydi. Yeniçeri ağalığına getirilen Köse Mehmed Ağa ise dışarıdaki hadiseleri ve Receb ile Canbolatoğlu Mustafa paşaların tertiplerini padişaha bildiriyordu. Alınan tedbirlerle hal‘ konusu bertaraf edildi, ancak İstanbul’da asayişsizlik had safhaya ulaştı. Zorbaların yeni talepleri, mansıp ve görev almak için çıkardıkları karışıklıklar, ulûfe istekleri Receb Paşa’yı da zorlamaya başladı. Durum bu safhada iken IV. Murad doğrudan kendi otoritesini kurmak için harekete geçti. Öncelikle zorbalaşan devlet adamlarını bertaraf etmek, bilhassa şahsen nefret ettiği ve yalnız İstanbul’daki isyanlarla değil Anadolu’daki bazı ayaklanmalarla da ilişkili gördüğü Receb Paşa’yı ortadan kaldırmakla işe başladı. Receb Paşa ayrıca etrafına pek çok sarıca ve sekban toplayıp Balıkesir, Bergama, Karesi, Manisa gibi yerlere hâkim olduktan sonra Midilli adasına da el uzatan, kuşatıldığı Bergama Hisarı’nda Küçük Ahmed Paşa’ya teslim olarak Boğaziçi’nde İstavroz bahçesinde huzura kabul edilip bir hayli azar işittikten sonra idam edilen (Rebîülevvel 1042 / Eylül 1632) İlyas Paşa’nın isyanından dolayı da şüphe altındaydı. IV. Murad, 28 Şevval 1041’de (18 Mayıs 1632) divandan sonra Receb Paşa’yı içeri çağırtarak öldürttü ve yerine Tabanıyassı Mehmed Paşa’yı getirdi. Bu âni darbe sipahileri ve onlara yardım edenleri şaşkına çevirdi. 20 Zilkade (8 Haziran) Çarşamba günü sipahiler, Okmeydanı’nda daha önce zorbalıkla ele geçirdikleri “hizmetler”in kendilerine resmen tevcihini istemek bahanesiyle bir araya geldiler. Sadrazamın, sipahilerin eskiden sahip olmadıkları vazifelerin verilmemesine dair bir hatt-ı hümâyun aldığını duyunca Sultanahmet Meydanı’nda toplandılar. Toplantı haber alınınca padişah, Sinan Paşa Köşkü’nde yeniçeri zâbitleri dahil olmak üzere bütün ileri gelenlerin katıldığı bir ayak divanı topladı ve sipahi temsilcilerini çağırtarak herkesin devlete itaat etmesi gerektiğini uzun uzun anlattıktan ve cevapları dinledikten sonra bunlara Kur’an üzerine yemin ettirdi. Konuşulanları ve yeminleri Şeyhî Mehmed Efendi’ye tesbit ettirerek bu belgeyi sadrazam ve şeyhülislâmdan başka Vezir Hüseyin ve Bayram paşalarla Şeyhî Efendi’ye imzalattı. Sinan Paşa Köşkü’ndeki bu kararlara sipahiler karşı çıktıysa da yeniçerilerin desteğini kaybettiklerinden bir şey yapamadılar. IV. Murad, önce Sipahi Ağası Câfer ile Silâhdar Ağası Ahmed’i divana çağırıp derhal elebaşıları yakalama emrini verdi ve Ahmed Ağa’nın âcizlik göstermesi üzerine boynunu vurdurdu. Sinan Paşa Köşkü’ndeki toplantıdan iki gün sonra sadrazamın sarayında yapılan toplantıda Ahîzâde Hüseyin Efendi yeniden isyan çıkaranlara evvelâ nasihat edilmesi, yola gelmezlerse hepsinin öldürülmesi gerektiğini söyledi. Bunun ardından İstanbul’da ve eyaletlerde zorba takibi başladı ve yakalananlar derhal öldürüldü. Kaynaklara göre sadrazam kıyafet değiştirerek İstanbul sokaklarında dolaşıyor, nerede bir sipahi kılıklı adam görse hemen hakkından geliyor, bu şiddetten zaman zaman yeniçeriler ve şehir halkı da etkileniyordu. IV. Murad’ın kendi katı otoritesini sağlama yolundaki sert hareketlerinin birçok haksız uygulamaya yol açtığı bilinmekteyse de bunun asayişi ve emniyeti sağladığı açıktır. Ayrıca 1042 başında (Temmuz 1632) Anadolu ve Rumeli beylerbeyilerine timarların hak edenlerine verilmesi için yoklama yaptırılmış, bunun üzerine sipahi ve yeniçerilerden birçoğu ulûfelerini bırakıp timar almaya başlamıştır. Böylece bozulmuş olan timarlı sipahi teşkilâtına çekidüzen verilmiştir.
Merkezde sipahi zorbalarının ortadan kaldırılmasıyla sukûnet sağlanırken taşrada da bu yolda faaliyetler sürüyordu. Cebelilübnan’da âdeta müstakil bir idare kuran Dürzî Emîri Ma‘noğlu Fahreddin’in isyanı bastırıldı (1044/1635). Osmanlı idaresinin zaafından istifadeyle birçok bölgeye hâkim olan ve Kevkebân’da para bastırarak müstakil gibi davranan Zeydîler’in imamı Müeyyed-Billâh Muhammed b. Kāsım, Yemen Valisi Haydar Paşa’yı San‘a’da kuşatmış, Habeş Beylerbeyi Aydın Paşa’yı âciz bir vaziyete düşürmüş, Yemen’e tayin edilen Mısır ümerâsından Kansu Paşa’nın “Yemen kulu” adıyla hükümetin gönderdiği sipahiler ve diğer kuvvetlerin başında giriştiği çarpışmalar senelerce sürmüştü. Yemen kulu dönerken Hicaz’a geldiği sırada bir yanlış anlama neticesinde Mekke Emîri Şerîf Zeyd ile muharebeye tutuşup galip gelmiş ve Mekke’ye hâkim olmuştu (Şâban 1040 / Mart 1631). Hicaz’da durumun karışması üzerine Mısır Valisi Halil Paşa, Koca Kāsım Bey’i buraya gönderdi. Zorbaların bir kısmı Basra’ya doğru çekildi ve Araplar tarafından imha edildi, diğerleri de sipahiliklerini istemek üzere başvurdukları Dîvân-ı Hümâyun’dan kovuldu (1042/1633). Öte yandan Kansu Paşa, Yemen’de daha fazla kalamayarak geri dönünce Zeydî imamı bütün ülkeye hâkim oldu.
İstanbul’da Cibalikapısı dışındaki bir gemi kalafatçısının sebebiyet verdiği, rüzgârın şiddetiyle genişleyen yangın şehrin beşte birini kül etti (27 Safer 1043 / 2 Eylül 1633). Kâtib Çelebi, telâfisi imkânsız kayıpları belirtirken ulemâ ve eşrafın konaklarında pek çok yazma eserin mahvolduğunu kaydeder. Bu yangın birçok dedikoduya, bilhassa kahvehanelerde ileri geri konuşmalara yol açtığından kahve ve tütünü haram sayan Kadızâde Mehmed Efendi’nin teşvikiyle IV. Murad kahvehaneleri yeni bir yangın çıkar bahanesiyle yıktırıp yerlerine bekârlara, debbâğ ve nalbantlara mahsus odalar yaptırdı ve tütünü yasakladı. Tütün ve afyondan nefret ettiği rivayetine rağmen içkiye aşırı derecede düşkün olan padişah mutaassıp kesimlerin temayülüne uymayı iç siyaseti için uygun bir fırsat sayıyordu. Edirne’deki kahvehaneleri de yıktırdığı bilinen padişahın kendisinde marazî bir hal alan tütün düşmanlığı yüzünden gerek başşehirde gerekse Revan ve Bağdat seferleri esnasında bazıları işkenceyle olmak üzere katlettirdiği insanlar önemli bir yekün tutar.
IV. Murad 1043 Cemâziyelâhirinde (Aralık 1633) çıktığı Bursa seyahatinde av vesilesiyle uğradığı İznik’in kadısını yolların tamirindeki ihmali sebebiyle astırması ilmiye kesiminde tepkilere yol açtı. Âlim bir zat olan Şeyhülislâm Ahîzâde Hüseyin Efendi, ulemânın nefretini çekmenin tehlikeli olacağını padişaha bildirmesi için Kösem Sultan’a bir tezkire yazdı. İlmiye mensuplarının bir ziyafet sırasında bir araya gelmesi üzerine vâlide sultan onların hal‘ meselesini konuştukları şüphesine düşerek durumu hemen oğluna haber verdi. 1 Receb 1043’te (1 Ocak 1634) gittiği Bursa’da kaldığı beşinci günde ava çıkmış bulunan padişah haberi alınca hemen İstanbul’a gelip şeyhülislâmı azletti ve Kıbrıs’a sürdü. Fakat öfkesini yenemeyerek gemi fırtına yüzünden daha Marmara’da iken onu Çekmece sahillerinde karaya çıkarttı. Kendisi de yanında Abaza Paşa bulunduğu halde o yöreye gidip Bostancıbaşı Duçe Mehmed Ağa’ya verdiği emirle Ahîzâde’yi boğdurdu (7 Receb 1043 / 7 Ocak 1634). IV. Murad, Osmanlı tarihinde daha önce görülmemiş olan ve kendisinden sonra nâdir rastlanan şeyhülislâm katline tevessül eden ilk padişah olmuştur.
IV. Murad devrinde Kırım Hanlığı, Kazaklar ve Rusya ile alâkalı olmak üzere Osmanlı-Lehistan ilişkilerinde dikkate değer safhalar varsa da bunlar anlaşmalarla sona ermişti. Kırımlılar’ın Kazaklar’a ve Ruslar’a karşı teşebbüsleri İran seferlerinde görevlendirilmeleri yüzünden gerçekleşmedi. Özü Beylerbeyi Murtaza Paşa, Lehliler’le yedi maddelik bir antlaşma imzaladı (1 Safer 1040 / 9 Eylül 1630). Bu antlaşmayla Lehistan Kırım’a vergi vermekte devam edecek, Kazaklar’ı bulundukları adalardan çıkaracak, Osmanlı Devleti ise Kırım akınlarına mani olacaktı. Bir süre sonra ilişkiler tekrar bozularak savaş emâreleri belirdiğinde Bosna beylerbeyiliği esnasında Venedik sınırında giriştiği mücadelelerle dikkati çeken ve memleket ahalisine zulmettiği halde padişahın gözünden düşmeyip Özü ve Silistre muhafızlığına getirilen Abaza Paşa harekât için görevlendirildi. IV. Murad, Lehistan’a karşı kendisinden yardım talebinde bulunan Rus Çarı Mihail Romanov’a gönderdiği cevapta durum müsait olunca bu yardımı yapacağını ve o zamana kadar da İsveç ile dost geçinmesi gerektiğini bildirdi. Bâbıâli’nin İsveç ile ilk defa olarak siyasî ilişkilere başlaması da bu zamanlara rastlar. Lehistan topraklarına giren Abaza Paşa, Hotin Kalesi civarında Eskitabur adlı yere gelerek (18 Rebîülâhir 1043 / 22 Ekim 1633) Kamaniçe (Kamieniec) Kalesi önündeki mevzilere saldırdı. Lehliler’i çekilmeye mecbur ettiyse de kaleyi kuşatmaya imkân bulamadı. Daha sonra geri çekildi. Bu sırada İstanbul’a gelen Leh elçisi Alexandre Trzebinski padişah tarafından kabul edildi. Elçi, iki devlet arasındaki ilişkilerin Kanûnî Sultan Süleyman zamanının şartları altında düzenlenmesini teklif etmiş, buna karşı IV. Murad, Dinyester (Turla) ırmağı üzerinde bulunan palankaların tahribini ve Lehistan’ın vergi vermesini isteyince anlaşma zemini bulunamamıştı. Bu durumda padişah, Murtaza Paşa’yı sınır boylarındaki kuvvetlere serdar tayin ettikten sonra Abaza Paşa’yı yanına alıp Edirne’ye hareket etti (16 Şevval 1043 / 15 Nisan 1634). Ruslar’ın şiddetli saldırısına uğrayan Lehistan işin ciddi tutulduğunu görünce yeniden barış teklifinde bulundu. IV. Murad ise İran üzerine sefer yapmayı amaç edindiğinden Leh meselesinde fazla ısrar etmedi ve sorumluluğu Murtaza Paşa’ya bırakarak Edirne’den ayrıldı (1 Safer 1044 / 27 Temmuz 1634). Murtaza Paşa’nın Trzebinski ile akdettiği yedi maddelik antlaşma gereğince Osmanlı Devleti, Bielgorod bozkırlarında yerleşen Tatar oymaklarını bulundukları yerden kaldıracak, Lehistan da Zaporog Kazakları’nı kontrol altına alacaktı. IV. Murad, Edirne’den İstanbul’a döndükten sonra çıkacağı İran seferi öncesinde içki yasağı ilân ettirip meyhâneleri yıktırdı (10 Safer 1044 / 5 Ağustos 1634). Kahve ve tütün yasaklarında olduğu gibi bunu da şiddetle uyguladı.
Devletin idaresini tamamıyla kendi eline alan IV. Murad bizzat yönettiği iki büyük sefere çıktı. 1042’de (1632-33) Şah Safî’nin Gürcistan’ı istilâya başlayıp Tahmuras Han’ın mukavemetini kırması, diğer taraftan da İran ordusunun Van’a saldırması üzerine padişah, Van muhafazasını Murtaza Paşa’ya havale edip büyük bir sefer hazırlığına başladı ve Sadrazam Tabanıyassı Mehmed Paşa kumandasındaki orduyu Üsküdar sahrasına çıkarttı (11 Rebîülâhir 1043 / 15 Ekim 1633). Aynı gün Van muhasaradan kurtulmuş olmakla beraber serdar sefere devam ederek orduyla Halep’e, orada ulûfe bahanesiyle çıkan bir yeniçeri isyanını bastırdıktan sonra Diyarbekir’e gitti. Bu arada IV. Murad, bir zamandan beri en yakın adamı olarak yanında bulundurduğu Abaza Paşa’yı ve ardından çok sevdiği şair Nef‘î’yi öldürttü.
IV. Murad’ın ilk İran seferine fethettiği kalenin adıyla Revan seferi adı verilir. Yanında Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi bulunduğu halde Üsküdar’dan hareketi 9 Şevval 1044’e (28 Mart 1635) rastlar. Padişah ordunun yürüyüşü sırasında uğradığı yerlerde vazifelerini ihmal edenleri, haklarında şikâyet olan kadıları, vezirleri veya tütün içenleri cezalandırıp İzmit, Eskişehir, Konya, Kayseri yolunu takip etti. Sivas’tan ayrıldıktan sonra Sınır ovasında Anadolu ve Rumeli askerine kendisinin de iştirak ettiği büyük bir savaş manevrası yaptırdı. Bu sırada Sadrazam Tabanıyassı Mehmed Paşa hazırlıklarda bulunduğu Erzurum’dan gelerek Bayburt civarında orduya katıldı. Rivayete göre 200.000 asker, yirmi beş balyemez ve 100’den fazla şâhî topla altı günde Soğanlı yaylasını geçip İran serhaddi olan Kars’a ulaştı (1 Safer 1045 / 17 Temmuz 1635) ve oradan İran topraklarına girdi. 10 Safer’de (26 Temmuz) Revan önüne geldi. Kaleden epey uzak bir yerde kurulan otağını surlara daha yakın bir yere naklettirdi ve sonradan buraya Hünkâr tepesi denildi. Revan on bir günlük direnişin ardından teslim oldu (23 Safer 1045 / 8 Ağustos 1635). Padişah, kale hâkimi Emîrgûneoğlu Tahmasp Kulu Han’ı muhteşem bir merasimle huzuruna kabul edip şahın kaleye yerleştirdiği Mîr Fettah kumandasındaki Mâzenderanlı tüfekçileri serbest bıraktı ve kalenin tamirini emretti. Annesiyle birlikte teslim olan ve Osmanlı hizmetine giren Emîrgûneoğlu’na Halep beylerbeyiliğini verdi. Sünnî mezhebine girdiği ve ismi Yûsuf Paşa’ya dönüştürüldüğü halde daima eski adıyla anılan bu şahıs, iki ay kadar kaldığı Halep’te dikkat çekici hareketlerinden dolayı şikâyet üzerine azledilip padişah tarafından yanına çağrılmış ve kendisine vezâret haslarından başka Boğaziçi’nde bir bahçe (Feridun Paşa bahçesi, şimdiki Emirgân), Ahırkapı’da bir saray ve Kâğıthane’de bir çiftlik verilmiş, mûsikiye vukufu, eğlence ve sefahat işlerindeki tecrübesinden dolayı padişahın yakınlarından biri olmuştur.
IV. Murad, Kenan Paşa kumandasında bir kuvveti daha önce yardım edilemediği için düşen Ahıska’nın zaptıyla görevlendirdikten sonra Tebriz’e yürüdü. Hoy’a giderken hastalandı, tahtırevana binmek zorunda kaldı. Bu sırada annesinin kendisine karşı birtakım entrikalar çevirmesinden kaygılandığı için kardeşlerini ortadan kaldırmaya başladı ve Revan zaferinin estireceği olumlu havayı uygun görüp İstanbul’da bulunan Şehzade Bayezid ile Süleyman’ı öldürttü (13 Rebîülevvel gecesi / 27 Ağustos). Revan’ın fethi müjdesinin İstanbul’a geldiği ve dört gece sürecek şenliklerin başladığı günün gecesi yirmi beşer yaşlarındaki şehzadelerin öldürülmesi herkeste hüzün ve nefret uyandırdı. IV. Murad 28 Rebîülevvel’de (11 Eylül) ulaştığı boşaltılmış Tebriz’i tahrip ettirirken Yahyâ Efendi’nin müdahalesiyle Cihan Şah ve Sultan Hasan camilerine dokunulmadı. Kışın yaklaşması ve hastalığı yüzünden daha ileri gitmeyip geri döndü. İzmit’te kendisini karşılayanlar arasında, Ahıska’yı yirmi üç günlük muhasaranın ardından zapteden ve daha dört beş küçük kale ele geçiren Kenan Paşa ile Emîrgûneoğlu da bulunuyordu. IV. Murad, İzmit’ten kadırgalarla hareket ederek (7 Receb 1045 / 17 Aralık 1635 Salı günü) Üsküdar’a geldi ve perşembe günü büyük bir alayla İstanbul’a girdi.
Osmanlı ordusunun ayrılışından sonra Revan yeniden Safevîler’in eline geçti (24 Şevval 1045 / 1 Nisan 1636). Şah Safî, Revan’ı geri almasına ve ardından Küçük Ahmed Paşa kuvvetlerini Mihriban Kalesi civarında mağlûp etmesine rağmen barış için İstanbul’a Maksud Han’ı göndermiş, fakat padişah nâmenin cevabının Bağdat’ta verileceğini söyleyerek elçiyi huzuruna kabul etmemiş ve büyük bir sefer hazırlığına başlamıştı. Sefere çıkmadan önce kendisi için tehlikeli gördüğü Şehzade Kasım’ı idam ettirdi. 23 Zilhicce 1047’de (8 Mayıs 1638) beraberinde Şeyhülislâm Yahyâ Efendi ile Kaptanıderyâ Kemankeş Kara Mustafa Paşa bulunduğu halde büyük fetihler devrini hatırlatan ve sefer boyunca miktarı artacak olan muazzam ordusu ile Bağdat’a doğru hareket etti. Bu arada mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkıp Eskişehir ahalisini haraca bağlamaya kalkışan Sakarya şeyhi Ahmed öldürüldü. Ereğli, Adana, İskenderun ve Halep’ten geçerek Ayıntap, Birecik ve Urfa’ya ulaştı. Bu civarda bulunan Cülâb menzilinde Bayram Paşa vefat ettiğinden sadârete Musul Valisi Tayyar Mehmed Paşa’yı tayin etti. Diyarbekir’e vardığında Derviş Paşa’yı öncü olarak gönderdi. 28 Cemâziyelâhir 1048’de (6 Kasım 1638) Musul’a ulaştı. Ordu İmam Mûsâ Türbesi (Kâzımiye) civarına 7 Receb’de (14 Kasım) varmış, padişah ertesi gün İmâm-ı Âzam Türbesi (Âzamiye) karşısındaki otağına inmişti. IV. Murad, Bağdat önünde kuşatmanın bütün safhalarını yakından takip etti ve zaman zaman metrislere kadar gitti. Muhasaranın on dördüncü günü umumi bir hücum yapılması kararlaştırılmakla beraber müdafilerin içeride metrisler hazırladığı şayiası buna engel oldu. Bağdat’ın metris sürmek suretiyle zaptı uygun görüldüğünden kuşatma gittikçe şiddetini arttırarak günlerce sürdü. Bir gün önce yürüyüşe kalkışmadığı için padişah tarafından azarlanan Tayyar Mehmed Paşa, kendi cephesinin karşısında bulunan kuleleri ele geçirip serdengeçtilerin başında savaşa girdiği sırada alnına isabet eden bir kurşunla şehid olunca yerine Kaptanıderyâ Kemankeş Mustafa Paşa tayin edildi. Ertesi gün (17 Şâban 1048 / 24 Aralık 1638 Cuma) kale kumandanı Bektaş Han, Bağdat’ı teslime karar verip IV. Murad’ın huzuruna merasim ve iltifâtla kabul edildi. Padişah kaleyi teslim etmelerini söyledi ve müdafaada bulunan askerlerin kendi yanında kalma veya şahın yanına gitme hususunda serbest olduklarını bildirdi. Fakat henüz Bağdat’ta bulunan İranlılar’ın Osmanlılar’ın elindeki kulelerin altına lağım yerleştirmekte olduğu haberi yayılınca yeniden başlayan çarpışma bir gün bir gece sürdükten sonra birçok İranlı yakalanmış, hanları hapsedilip diğerlerinden pek çoğu öldürülmüştü.
IV. Murad fethin ardından kalenin, İmâm-ı Âzam ve Abdülkādir Geylânî türbelerinin tamiriyle meşgul oldu. İmâm-ı Âzam Türbesi’ni ziyaret etti ve Kâzımiye civarına geçti. Sadrazamı Bağdat’ta bırakıp 12 Ramazan 1048’de (17 Ocak 1639) İstanbul’a doğru hareket etti. Onun İran topraklarına girerek İsfahan’a kadar gitme tasavvurunu bu defa da gerçekleştirememesine ve barış meselesinin hallini Kemankeş Mustafa Paşa’ya bırakmasına hastalığı sebep gösterilir. Musul’a vardığı zaman seferden önce İstanbul’a geldiği halde kabul etmediği ve Musul’da beklettiği İran elçisi Maksud Han ile İran şahına eskiden beri Osmanlı Devleti’ne ait toprakların iadesini, her yıl hediye ve pîşkeş gönderilmesini, aksi takdirde yine savaşın başlayacağını bildiren bir mektup gönderdi. Diyarbekir’e gelirken hastalandığından kış mevsiminde yolculuktan çekinerek burada yetmiş bir gün kaldıktan sonra 11 Zilhicce 1048’de (15 Nisan 1639) ayrılıp Malatya, Sivas, Tokat ve Ankara üzerinden İzmit’e geldi. Yine deniz yoluyla İstanbul’a hareket edip Sinan Paşa Köşkü’ne indi (8 Safer 1049 / 10 Haziran 1639). Sefer zorluklarının da arttırdığı hastalığı sebebiyle ayakları ıstırap içinde olduğu halde iki gün sonra Bahçekapı’dan büyük bir alayla şehre girdi. Bu arada Kasrışîrin civarındaki Zühâb mevkiinde İran savaşlarına nihayet veren, sonraki asırlarda da esas alınan Kasrışîrin Antlaşması imzalanmıştı (14 Muharrem 1049 / 17 Mayıs 1639). Muahedenâmenin metni İran elçisi Muhammed Kulu Han tarafından İstanbul’a getirilerek IV. Murad’ın tasvibine sunulmuştu.
Diğer taraftan İran meselesi yanında IV. Murad devrinin başından sonuna kadar Kırım Hanlığı’nın karışık durumu ve Kazak taarruzları Osmanlı Devleti’ni uğraştıran başlıca meseleler arasında yer almış, ordu ve donanma sevki, Özü suyu üzerinde kaleler inşasıyla Kazaklar’ın denize çıkmalarının önlenmesi gibi tedbirlerle bu meselelerin halline çalışılmış, fakat o devirde tamamen halli mümkün olmamıştır. Kazaklar’ın yaptığı diğer faaliyetler yanında 4 Şevval 1033’te (20 Temmuz 1624) Boğaziçi’ne kadar girip Sarıyer, Tarabya ve bilhassa Yeniköy’de yağmacılık yapmalarının kısa süre içinde bertaraf edilmekle beraber İstanbul’da büyük heyecan uyandırdığı bilinmektedir. Osmanlı Devleti buna, Kaptanıderyâ Receb Paşa kumandasındaki donanmasıyla takip ettiği Kazaklar’ı Köstence’nin kuzeyindeki Karaharman açıklarında mağlûbiyete uğratarak cevap vermişti (Muharrem 1035 / Ekim 1625).
IV. Murad, Bağdat seferinde iken Arnavutluk’un çeşitli yerlerinde ve Bosna’da çıkan karışıklıkların yatıştırılması işiyle Duçe Mehmed Paşa’yı görevlendirmişti. Duçe’nin buralardaki faaliyetlerinin pek başarılı olmadığı ve meselenin IV. Murad’ın son zamanlarına kadar sürdüğü görülmektedir. Yine onun döneminde, Osmanlı Devleti ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki münasebetlerin bir müddet kesilmesine sebep olacak kadar önem kazanan olay Avlonya hadisesidir. Akdeniz’in emniyetini teminle görevli Cezayir ve Tunus donanmalarının başındaki Ali Piçinoğlu, Girit ve İtalya sahillerinde faaliyette bulunduktan sonra Avlonya Limanı’na gelmiş, Venedik hükümeti, Marino Capello kumandasındaki yirmi sekiz kadırga ve bir büyük gemiden oluşan donanmasıyla Avlonya’yı abluka etmiş, kale ve şehri topa tutmuş, Piçinoğlu’nun gemilerini alıp götürmüştü (1048/1638). Olayı haber alan IV. Murad büyük bir hiddete kapılmış, antlaşmayı bozan Venedik ile ticarî münasebetlerin kesilmesini ve yılda 50 yük akçe gelir getiren Spalato Gümrüğü’nün kapatılmasını emretmişti. Sonunda eskiden beri sürmekte olan ticarî münasebetlerin korunması esasına dayalı ve tazminatı ihtiva eden bir antlaşma imzalandı (15 Rebîülevvel 1049 / 16 Temmuz 1639).
Padişah Revan seferinde başlayan ve gittikçe artan damla (gut) hastalığına müptelâ idi. Bağdat seferinde bazan tahtırevanla yolculuk etmek zorunda kalmış ve dönüşte kendisine şiddetli bir baş ağrısı ve ardından titreme gelerek yatağa düşmüştü. Bunu önce sıtmaya hamleden hekimler ardından felç teşhisi koydular. Sefer sonrası biraz düzelmekle beraber İstanbul’daki zafer alayında zorlukla bulunabildi. Kasım ayında avlanmak üzere gittiği Beykoz taraflarında tekrar ağırlaşınca etrafındakilerin tavsiyesiyle aşırı derecede kullandığı içkiden vazgeçti. Üsküdar sarayında on gün istirahat neticesinde iyileşmekle beraber mâneviyatı çok bozuktu; güneş tutulmasından ve hazinede bulduğu bir cifir kitabından hayatıyla ilgili olumsuz anlamlar çıkarıyordu. Bununla beraber geleceğe yönelik tasavvurlarda bulunuyor, Venedikliler’e karşı karadan ve denizden yapmayı düşündüğü büyük bir seferin hazırlıklarını sürdürüyordu. Tersane ve tophânede yeni gemiler inşa ettirmek, top döktürmek, Selânik taraflarına asker sevketmek gibi faaliyetleri Batı’da büyük bir endişe uyandırmıştı. Bu seferin Malta korsanlarına yönelik olduğu ve padişahın bir adam gönderip adanın planını aldırdığı hakkında rivayetler vardır.
IV. Murad, 1 Şevval 1049’da (25 Ocak 1640) bayram tebriklerini kabul ettikten ve Sinan Paşa Köşkü’nde iç ağalarının çeşitli hünerlerini seyredip biraz at koşturduktan sonra Atmeydanı’nda Silâhdar Mustafa Paşa’ya tahsis edilen saraya giderek istirahat etti ve akşam yemeğinde Silâhdar ve Emîrgûneoğlu gibi yakınlarının teklifiyle eskisi gibi yiyip içti. Bu gecenin ertesi günü hastalandı; bütün tedavilere rağmen günden güne fenalaştı. Yanında bulunmuş olan İmâm-ı Sultânî Şâmî Yûsuf Efendi’nin nakline göre ara sıra şuurunu kaybediyordu. 15 Şevval 1049 (8 Şubat 1640) Perşembe yatsıdan sonra Şehzade Kasım’ı boğdurduğu odada vefat etti. Cenazesi, gazâlarda bindiği üç at tersine eyerlenmiş olarak tabutu önünde götürüldüğü halde büyük merasimle kaldırılıp Sultan Ahmed Camii yanındaki babası I. Ahmed’in türbesine defnedildi.
IV. Murad, Osmanlı padişahları arasında farklı karakterde bir şahsiyettir. İrade ve hâfızası kuvvetli, gözü hiçbir şeyden yılmayan bu hükümdar vesâyet altında yaşadığı yıllarda devlet işleriyle ilgilenmiş, tebdil gezerek her şeyi yakından görüp anlamaya çalışmış, memleketin iç ve dış durumunu düzeltebilmiştir. Gittikçe artan sert tutumunu daha çok kötülüklerine inandığı kimseler hakkında göstermiştir. Bazı Batı kaynaklarında, onun her tarafta hafiye bulundurduğu ve bir mühtediye tercüme ettirdiği Machiavelli’i okuduğu rivayet edilir.
Askerin başında savaşa katılan Osmanlı padişahları arasında yer alan IV. Murad kaynaklarda uzun boylu, geniş omuzlu, heybetli bir kişi olarak tanımlanır. Yine çağdaş kaynaklarda çok kuvvetli olduğu, iri yarı bir adam olan Silâhdar Mûsâ’yı (Paşa) kuşağından tutup kaldırarak Has Oda’yı birkaç defa dolaştırdığı, devrin meşhur pehlivanlarıyla güreştiği, 200 okkalık gürz kullandığı, kılıç, ok, harbe vb. silâhları kullanmakta mahir olduğu belirtilir. Topkapı Sarayı’ndaki demir (gümüş) kapıyı, Bağdat seferi sırasında Musul’da Bâbürlü Hükümdarı Şah Cihan’ın elçisi Mîr Zarîf’in takdim ettiği hediyeler arasında bulunan ve ok, kurşun geçirmediği söylenen gergedan derisi kaplı kalkanı harbe ve okla deldiği, Eski Saray’dan attığı ciridi Beyazıt Camii minaresinin altına, Halep Kalesi’nden attığını da şehrin Saraçhane civarına düşürdüğü, kemankeşliğindeki maharetini de çeşitli vesilelerle ispat ettiği bilinmektedir.
IV. Murad’ın birçok çocuğu dünyaya gelmiştir. Evliya Çelebi bunların sayısını otuz iki olarak göstermekteyse de tesbit edilebilenler beşi erkek olmak üzere on altı kadardır. Daha babalarının sağlığında ölen şehzadelerinin ismi Süleyman, Mehmed, Alâeddin, Ahmed ve Mahmud’dur. Kızlarından Kaya İsmihan Sultan Melek Ahmed Paşa ile, Rukiye Sultan Melek (Şeytan) İbrâhim Paşa ile, Hafize Sultan Hüseyin Paşa ile evlenmiş, diğerleri daha küçük yaşta ölmüştür. Kardeşlerinden üçünü (Bayezid, Süleyman ve Kasım) ve bir rivayete göre amcası I. Mustafa’yı öldürttüğünden kendisine halef olacak İbrâhim’den başka kimse kalmamıştı. Ağır hastalığında hastalığının iyileştirilmemesine sebep olarak gördüğü Şehzade İbrâhim’in de öldürülmesini emrettiği, Kösem Sultan’ın emrin görevlilere ulaşmasına engel olarak İbrâhim’in hayatta kalmasını sağladığı da söylenir.
IV. Murad dönemi âlim, şair, tarihçi, hattat ve mûsikişinas gibi muhtelif sahalarda yetişmiş fikir adamları bakımından Osmanlı Devleti’nin en dikkate değer bir devresi olmuştur. Evliya Çelebi, Kâtib Çelebi, Nef‘î, Şeyhülislâm Yahyâ, Veysî, Koçi Bey, Azmîzâde Hâletî gibi isimler edebiyat sahasında dönemin önde gelen şahsiyetlerinden sadece birkaçıdır.
Arapça ve Farsça bilen IV. Murad yüksek bir edebî kabiliyeti olmamakla birlikte Murâdî mahlasıyla şiirler yazmış, mûsikiyle ilgisi besteler yapacak düzeye ulaşmış (aş.bk.), kimden öğrendiği bilinmemekle beraber özellikle ta‘lik hattını güzel yazmış, siyasî gayeleri için kullanmak istemiş olsa bile zamanının tartışma konularıyla uğraşmaya özenmiştir. Onun dinî meselelerdeki anlayış farklarından ortaya çıkan münakaşalarda daha ziyade Kadızâde Mehmed Efendi’nin tesiri altında kaldığı açıktır. Ancak Abdülmecid Sivâsî’yi de hoş tutar, onun taraftarlarını gücendirmek istemezdi.
IV. Murad, bütün saltanatı boyunca seferler ve diğer meselelerle meşgul olduğundan büyük hayrat vücuda getirmemişse de bu sahada bazı faaliyetleri vardır. Üsküdar Çamlıca’da bir cami, Kazak taarruzlarına karşı boğazın müdafaası için Anadolukavağı ile Rumelikavağı’nda müştemilâtı ve camileriyle beraber kaleler yaptırmış, Revan seferinde iken verdiği emir üzerine Bayram Paşa İstanbul’un imarına çalışarak surları, yanan camileri imar etmiştir. Okmeydanı Namazgâhı’na minber konulması da IV. Murad zamanına rastlar. Kendisi, Üsküdar tarafında İstavroz Sarayı ve Kandilli’de bugün mevcut olmayan bir saray yaptırdığı gibi Topkapı Sarayı’nda Revan ve Bağdat fetihleri hâtırasına Bağdat ve Revan köşklerini inşa ettirmiştir. 1636 ve 1639 yıllarında tamamlanan bu yapılardan bilhassa Bağdat Köşkü, çeşitli Türk sanat şubelerini bir araya getiren XVII. yüzyıldaki en yüksek sanat eserlerindendir. Şiddetli yağmurlar neticesinde (19 Şâban 1039 / 3 Nisan 1630) Mescid-i Harâm’ı basan suların tahrip ettiği Kâbe’yi Kadı Mehmed Efendi ve Mimar Rıdvan Ağa vasıtasıyla esaslı bir surette tamir ettirmiş ve padişahın adı Beytullah’ın tâkı üzerine yazılmıştır.
3 Muharrem 1108’de (2 Ağustos 1696) Edirne’de doğdu. II. Mustafa’nın büyük oğlu olup annesi Sâliha Sultan’dır. Çocukluk yılları Edirne’de geçti, ilk eğitimini burada almaya başladı. Hocalığını Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi’nin oğlu İbrâhim Efendi yaptı (Anonim Osmanlı Tarihi, s. 146). Babasının tahttan indirilmesiyle sonuçlanan (1115/1703) Edirne Vak‘ası’nın ardından kardeşleriyle birlikte İstanbul’a getirildi. 1117 (1705) yılında kardeşleriyle beraber sünnet edildi (Silâhdar, II, 220). Genellikle kuyumculukla uğraştığı yirmi yedi yıl süren kafes hayatının ardından Patrona Halil İsyanı neticesinde III. Ahmed’in tahttan feragati üzerine 19 Rebîülevvel 1143’te (2 Ekim 1730) padişah oldu. Kendisine ilk biat eden amcası III. Ahmed’in devlet idaresini bizzat eline alması ve kimseye güvenmemesi hususunda ona öğüt verdiği belirtilir (Destârî Sâlih Târihi, s. 16).
I. Mahmud, hükümdarlığının ilk haftalarında âsi reislerinin taleplerini yerine getirmeye özen gösterdi. Sadece yüklü nakitlerle yetinip herhangi bir memuriyet istemeyen Patrona Halil ve yandaşları şeyhülislâmlık ve kazaskerlik görevlerine, başta yeniçeri ağalığı olmak üzere önemli ocak ağalıklarına kendi adamlarını, sadrazamlığa da Silâhdar Mehmed Paşa’yı getirttiler. Ayrıca Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa zamanında konulan bazı vergileri kaldırttılar. Âsilerin Lâle Devri’nde zevk âlemlerine mekân olan Kâğıthane ve Sâdâbâd’daki köşkleri yıkma istekleri de I. Mahmud tarafından kabul edildi (Subhî, s. 38). Devlet âdeta Patrona Halil’in vesâyeti altına girdi ve Etmeydanı’ndaki kırk dokuzuncu cemaatin bulunduğu odadan yönetilir oldu. Bu sebeple padişah öncelikle Patrona Halil ve yandaşlarından kurtulmak istiyordu. Güvenilir adamları vasıtasıyla asker ileri gelenlerini kendi safına çekmeyi, Patrona Halil’in nüfuzunu kırmayı, ardından da onu sarayda yapılan toplantıya çağırıp ortadan kaldırarak vaziyete hâkim olmayı başardı. Bu arada Patrona Halil yanlısı binlerce Arnavut’un muhtemel ayaklanmasına karşı tedbir alındı. Birkaç ay sonra yeniçeri ve cebecilerin katılımıyla başlatılan isyan hareketi şehir halkının desteği sayesinde başarısız kaldı. Olaylara karışan yeniçerilerle Boşnaklar ve Arnavutlar İstanbul’dan uzaklaştırıldı. 29 Safer 1144’teki (2 Eylül 1731) bir başka ayaklanma girişimi de engellendi. İstanbul’da sıkı bir disiplin uygulayan padişah asayişe yönelik tedbirler aldı; kadınların kıyafeti, fuhuş, esnafın denetlenmesi, narh meseleleri gibi toplumsal olaylarla yakından ilgilendi. Bu ilk faaliyetlerini yaparken de cülûsunu bildirmek için Avusturya’ya, Lehistan’a ve Rusya’ya elçiler göndermişti.
Âsi gruplarını ortadan kaldırıp devlet idaresine tam anlamıyla hâkim olan I. Mahmud dış meselelerle ilgilenmeye başladı. Özellikle Osmanlı-İran mücadelesi giderek tırmanma eğilimi gösteriyordu. Şark seraskerliğine getirdiği Bağdat Valisi Ahmed Paşa 13 Rebîülevvel 1144’te (15 Eylül 1731) İranlılar’ı yenmiş, Hekimoğlu Ali Paşa da Urmiye ve Tebriz’i almıştı. 12 Receb 1144’te (10 Ocak 1732) Ahmed Paşa ile Muhammed Rızâ Kulı arasında imzalanan barış antlaşmasına göre Tebriz, Erdelân, Kirmanşah, Hemedan, Huveyze ve Luristan İran’ın; Gence, Tiflis, Revan, Şirvan, Şemâhî ve Dağıstan dolayları Osmanlılar’ın olacaktı. Ancak I. Mahmud Tebriz’in İran’a bırakılmasına karşı çıktı. Barış taraftarı Sadrazam Topal Osman Paşa’yı ve Şeyhülislâm Paşmakçızâde Abdullah Efendi’yi görevlerinden aldı. Beşir Ağa’nın da telkiniyle sadârete Hekimoğlu Ali Paşa getirildi ve 26 Rebîülâhir 1146’da (6 Ekim 1733) İran’a savaş ilân edildi. O sırada Kandehar’dan dönen Nâdir Ali de bu anlaşmayı kabul etmemiş ve İran’a hâkim olduktan sonra Kerkük’e saldırmış, Bağdat’ı kuşatmıştı. Sekiz ay kadar süren kuşatma Erzurum Valisi Osman Paşa’nın yardımıyla kaldırılmıştı. Ardından Tebriz’in geri alınmasıyla I. Mahmud’a “Gazi” unvanı verildi. Ancak Tebriz elde tutulamadı, Bağdat da kuşatma altına alındı. İran seraskerliğine getirilen Abdullah Paşa’nın 1148 Muharreminde (Haziran 1735) Revan civarında Arpaçayı savaşında yenilmesi üzerine Hekimoğlu Ali Paşa’yı sadâretten alan I. Mahmud onun yerine Bağdat Valisi Gürcü İsmâil Paşa’yı, İran seraskerliğine de Rakka Valisi Ahmed Paşa’yı getirdi. Bu arada Kırım hanına hemen Kafkaslar yoluyla İran üzerine gitmesini emretti. Fakat bu gelişme, Osmanlı Devleti’nin Rusya ile arasının açılması sonucunu doğurunca İran’la anlaşma yolları aranmaya başlandı. 1049 (1639) Kasrışîrin Antlaşması şartlarına göre bir anlaşma zemini oluştu. Safevî hânedanından Abbas Mirza’yı tahttan indirip kendi şahlığını ilân eden Nâdir Ali Şah, Ca‘ferî mezhebinin tanınarak her yıl İran tarafından Mekke’ye bir emîr-i hac gönderilmesi, esirlerin mübadelesi ve iki tarafın birer dâimî elçi bulundurması teklifleriyle Abdülbâki Han’ı İstanbul’a gönderdi. İran elçisinin girişimlerinden bir sonuç çıkmayınca meselenin İran’da halli uygun görülerek Mustafa Ağa bu ülkeye gönderildi. Sonunda Ca‘ferîliğin beşinci mezhep olarak kabulü teklifinin reddi, fakat Nâdir’in şahlığının tanınması ve İran’da Sünnîliğin resmen ilânı şartıyla 1149 (1736) yılında anlaşma sağlandı.
Lehistan veraset savaşlarını müttefiki Avusturya ile kendi lehine sonuçlandıran Rusya, Osmanlılar’la bir süre önce yaptığı antlaşmalara aykırı olarak Ukrayna ve Podolya sınırlarında yeni kaleler inşa ettirirken Azak Kalesi’ne yakın yerlere de kuvvet göndermeye başlamıştı. I. Mahmud’un, Kırım kuvvetlerinin İran sınırındaki Osmanlı kuvvetlerine destek için Kafkasya’daki Kabartay bölgesinden geçmesi emrini buraların kendisine ait olduğu gerekçesiyle protesto eden Ruslar, emrin geri alınmasına rağmen bunu bahane ederek 1148 Zilkadesinde (Mart 1736) Azak Kalesi’ne saldırdılar ve ardından Kırım istikametine, Orkapı’ya yürüdüler. Rus saldırıları karşısında Osmanlı hükümeti, 20 Zilhicce 1148’de (2 Mayıs 1736) toplanan divanda Fransız elçisi Marquis de Villeuneve’ün de tahrikiyle Rusya’ya karşı savaş kararı almak zorunda kaldı. Sadrazam Seyyid Mehmed Paşa ordu seraskeri tayin edildi. Kaptanıderyâ Canım Hoca Mehmed Paşa donanma ile Kırım sahillerine gönderildi. Trabzon Valisi Yahyâ Paşa Özü muhafızlığına getirildi. İran sınırındaki kuvvetlerin bir kısmı Kefe’ye sevkedildi, daha önce Bosna’dan toplanması kararlaştırılmış olan kuvvetlerin de Babadağı’ndaki orduya katılmasına karar verildi. Fransa elçisi Villeuneve, Avusturya’nın Rusya’nın yanında savaşa katılmaması için diplomatik çaba sarfediyordu. Buna karşılık Çariçe Anna ile anlaşan VI. Karl, giriştiği hazırlıkları tamamlamak için Osmanlı nezdindeki elçisi Talman aracılığıyla Bâbıâli’yi oyalamaya çalışıyordu. Ruslar’ın 13 Temmuz 1736’da Azak Kalesi, Gözleve, Orkapı ve Kılburun’u zaptetmelerine, Bahçesaray ve Akmescid’de tahribatta bulunmalarına rağmen Osmanlı hükümeti barış ümidini koruyordu. Hatta Avusturya’nın savaşa hazırlanmakta olduğu yolundaki Özü, Bender ve Vidin muhafızlarının haberlerine bile önem verilmemişti. 6 Safer 1149’da (16 Haziran 1736) İstanbul’dan hareket eden Osmanlı ordusu Babadağı’na ulaşıp beklemeye başladı. I. Mahmud tarafından kabul edilen Talman Osmanlı hükümetini oyalamayı sürdürdü. Görüşmelerin Nemirov’da yapılması kararlaştırılmışken Avusturya’nın da üç koldan Osmanlı topraklarına saldırmasıyla savaş başladı (Safer 1150 / Haziran 1737).
11 Temmuz 1737’de Ruslar Özü’yü işgal ederken Avusturyalılar da Niş, Banyaluka ve İzvornik’e saldırdılar; Eflak’a girip Bükreş’i ele geçirdiler. Bu kayıplardan dolayı çok üzülen I. Mahmud sadrazamlığa Muhsinzâde Abdullah Paşa’yı getirdi. Rikâb kaymakamı Köprülüzâde Hâfız Ahmed Paşa da Rumeli beylerbeyi olarak Niş’i geri almakla görevlendirildi. Sadrazam Abdullah Paşa Banyaluka’da, Hekimoğlu Ali Paşa Bosna’da, İvaz Mehmed Paşa Vidin civarında Avusturyalılar’ı geri çekilmeye zorlarken Hâfız Ahmed Paşa Niş’e girdi. Ordunun İstanbul’a dönmesinden sonra sadrazamlığa Yeğen Mehmed Paşa’yı getiren I. Mahmud, savaş sorumluluğunun Avusturya’ya ait olması şartıyla Fransa’nın barış aracılığını kabul ettiyse de sınır boylarında tahkimatı sürdürdü, bütün hazırlıkları Belgrad’ın geri alınması planına göre yaptırdı. Bu arada, bir süredir Tekirdağ’da ikamet etmekte olan II. Rakoczi Ferenc 1738 yılı başında Erdel Krallığı tacı giydirilerek bu ülkeye gönderilmişti. 1150 (1738) ilkbaharında sefere çıkan ordu Adakale ve Belgrad’a hareket ederken Avusturyalılar Tımışvar tarafından saldırıya geçtiler; Orsova, Mehâdiye ve Semendire dolaylarında şiddetli çarpışmalar oldu. Osmanlılar, Mehâdiye’yi alarak Orsova ve Adakale’yi kuşatıp Tuna’yı geçtiler, Tımışvar’a akınlar yaptılar. Bu sırada Şebeş ve Lugoş kaleleri tahrip edildi, 17 Ağustos 1738’de Adakale alındı. Ardından Niş’e gelen Yeğen Mehmed Paşa buradan Belgrad’a akınlarda bulundu.
Rus cephelerinde Bender seraskeri Nûman Paşa, Özü’yü geri alabilmek için Aksu ve Dinyester boylarında çarpışıyordu. Dinyester’i geçmek isteyen Ruslar 1738 yılı başlarında püskürtüldü; Azak’tan Karadeniz’e çıkan Rus donanması, Kaptanıderyâ Süleyman Paşa kumandasındaki Osmanlı filosu tarafından yakıldı. Bu sırada Fransa’nın Pasarofça Antlaşması esasları dahilinde barış için yaptığı girişimler mağlûp müttefikler tarafından kabul edilmedi. I. Mahmud, Yeğen Mehmed Paşa’nın yerine sadrazamlığa İvaz Mehmed Paşa’yı getirdi. 1152 Muharreminde (Nisan 1739) İstanbul’dan yola çıkan orduya kumanda eden İvaz Mehmed Paşa’nın hedefi Belgrad idi. Belgrad-Hisarcık arasında yapılan şiddetli muharebelerde Osmanlı kuvvetleri Avusturyalılar’ı yenerek Belgrad’ı geri aldı. Bunun üzerine Avusturya hükümeti Osmanlı Devleti’nden barış talebinde bulundu. 24 Cemâziyelâhir 1152 (28 Eylül 1739) tarihinde yirmi yedi yıllığına yapılan anlaşma ile savaşlara son verildi ve Avusturyalılar Tuna’nın kuzeyine çekildi. Öte yandan Besarabya üzerinden Memleketeyn’e girmek isteyen Ruslar’ı İsveç-Fransa anlaşması, Fransa’nın Baltık’a donanma göndermesi ve Osmanlı-Prusya yakınlaşması telâşa düşürdü. 8 Ramazan 1149’da (10 Ocak 1737) Osmanlı hükümetinin İsveç’le bir ticaret antlaşması yapması Ruslar’ı daha da tedirgin etti. Avrupa’daki gelişmeler karşısında, Hotin’i almalarına rağmen müttefikinin savaştan çekilmesinin de rolüyle Rusya Osmanlı Devleti ile barış yapmak zorunda kaldı (11 Ramazan 1152 / 12 Aralık 1739). Buna göre Azak Kalesi Ruslar’da kalacak, fakat tahkim edilmeyecek, Kabartay bölgesi tarafsız olacaktı. Bu anlaşmaların yapılmasında önemli rol oynayan Fransa elçisi Villeuneve 1740’ta kapitülasyonları genişleterek yeniletmeyi başardı. 4 Şevval 1152’de (4 Ocak 1740) İsveç’le bir savunma antlaşması yapıldı, yine Fransa elçisinin girişimi sonucu İspanya ile de ticaret antlaşması imzalandı. Böylece Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasında bir denge kuruldu ve 1182’ye (1768) kadar sürecek olan uzun barış devri başladı.
Savaş ortamının sona ermesinin ardından ağır kış şartları 1740 yılında küçük çaplı bir isyana yol açtıysa da kolaylıkla bastırıldı, İstanbul’da bulunan işsiz güçsüz kimseler memleketlerine gönderildi. Bu sırada doğuda Nâdir Şah’ın faaliyetleri yeni problemlere yol açtı. Onun Kafkasya’ya yönelik girişimleri tepkiyle karşılandı. Çok geçmeden Nâdir Şah’ın Ahmed Paşa’dan Bağdat’ın teslimini istemesi, ardından da burayı ve Kerkük’ü kuşatması ve 1156 Cemâziyelevvelinde (Temmuz 1743) Kerkük’ü alması yeni bir mücadelenin başlamasına yol açtı. I. Mahmud, Hekimoğlu Ali Paşa’yı sadâretten alıp yerine getirdiği Seyyid Hasan Paşa’yı İran seferine gönderdi. Bu arada Safevî hânedanından olup bir süredir Rodos’ta bulunan Sâfî Mirza İran tahtına aday gösterildi. Fakat Kars önlerinde yapılan savaştan kesin sonuç alınamadı. Mücadeleler 4 Zilkade 1157 (9 Aralık 1744) tarihine kadar sürdü. Şark Seraskeri Ahmed Paşa’nın yerine getirilen Yeğen Mehmed Paşa, geri çekilmekte olan İran ordusunu takip ederek Revan’da yakalamışsa da yapılan çarpışmalar sırasında hayatını kaybetmesi askerin dağılmasına ve Kars’ın düşmesine sebep oldu. Fakat Diyarbekir Valisi Abdullah Paşa’nın Hemedan’a yönelik akınlarının kendisini zor durumda bırakması üzerine Nâdir Şah, Serasker Ahmed Paşa ile Bağdat Valisi Ahmed Paşa’ya haber göndererek Ca‘ferîliğin beşinci mezhep olarak kabul edilmesi fikrinden vazgeçtiğini bildirdi, ancak Musul ve Basra’nın kendisine verilmesini istedi. İstanbul’a gelen Feth Ali Han’ın şahın barış talebinde samimi olduğunu bildirmesi üzerine anlaşma yapılmasına karar verildi ve Nazif Mustafa Efendi, Osmanlı tekliflerini Kazvin’de Nâdir Şah’a bildirdi. Bağdat Valisi Ahmed Paşa nezdinde Kasrışîrin Antlaşması esasları dahilinde anlaşma sağlandı (17 Şâban 1159 / 4 Eylül 1746); İranlılar’ın sahâbeye hürmetkâr olmaları, hacıların ve yolcuların güvenliğiyle esirlerin iadesi meseleleri hükme bağlandı. İran şahının dostluk nişanesi olarak gönderdiği ünlü taht-ı Tâvûs ve diğer hediyeler, onun bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından çıkan karışıklıklar yüzünden uzun süre Bağdat’ta kalmış, ancak III. Mustafa zamanında İstanbul’a getirilebilmiştir (Şem‘dânîzâde, II/A, s. 31-32).
Fransa’nın tahriklerine rağmen, VI. Karl’ın 1740’ta ölümünden sonra çıkan veraset savaşlarından yararlanmaya çalışmayarak barışçı siyasetten ayrılmayan, hatta Nâdir Şah’ın öldürülmesi üzerine İran’da çıkan karışıklıklar sırasında aynı tavrını sürdüren I. Mahmud hükümdarlığı boyunca, içeride Dârüssaâde Ağası Moralı Beşir Ağa zamanında çıkan saray ağaları vak‘ası, başta Aydın’da yarı bağımsız hale gelen Sarıbeyoğlu olmak üzere Anadolu’daki levent eşkıyasının tenkili, Şam’da Seyyid Fethi’nin cezalandırılması, 1161 Recebinde (Temmuz 1748) İstanbul’da çıkan isyan ve Necid’deki Vehhâbî meselesi gibi olaylarla uğraşmak zorunda kaldı. Orduyu güçlendirmeye ve modernleştirmeye çalıştı, Yeniçeri Ocağı’na dokunmamakla birlikte onları kontrol altına almaya dikkat etti, maaşlarının düzenli olarak ödenmesini sağladı. İbrâhim Müteferrika’yı huzuruna çağırarak ondan savaşlarda mağlûbiyetin sebeplerini ve alınacak tedbirleri sormuş, böylece Usûlü’l-hikem’in yazılmasına vesile olmuştu. Onun tavsiyeleri doğrultusunda, III. Ahmed zamanında iltica talebinde bulunan, ancak bu isteği I. Mahmud döneminde gerçekleşen ve Humbaracı Ocağı’nı ıslah etmekle görevlendirilen Fransız mühtedisi Humbaracı Ahmed Paşa (Comte de Bonneval), bir yandan maaşlı bir Humbaracı Ocağı kurarken (a.g.e., II/A, s. 35) diğer yandan 1146 (1734) yılında Üsküdar’da Hendesehâne (Humbarahâne) adıyla bir kışla ve okul açmış, böylece III. Mustafa ve III. Selim devirlerinde kurulacak olan mühendishânelerin ilk örneğini meydana getirmiştir. Bu arada Topçu Ocağı düzene sokularak yeni toplar döktürülmüş, 1732’de timarlı sipahiler için daha sonraki kanunlara temel olacak yeni bir kanun hazırlanmıştır. İbrâhim Müteferrika’nın 1160’ta (1747) ölümünden sonra kapanan matbaanın yeniden faaliyete geçirilmesi, bu iş için Lehistan’dan ustalar getirtilmesi, Yalova’da kâğıt imalâthanesinin açılması (Ahmet Refik, s. 159-160, 164-165), kâğıt ithali ve ilk defa yangınlara karşı hortumlu tulumbacılar kullanılması da bu dönemde gerçekleştirilmiştir (Şem‘dânîzâde, I, 175). Taşrada merkezî hükümetin gücünü yerleştirmeye çalışan, ancak âyan denilen zümrelerin bir güç odağı haline gelmesini önleyemeyen I. Mahmud, 1153’te (1740) bir adâletnâme neşrederek halkı gerek bunların gerekse taşradaki idarecilerin zulüm ve baskılarından korumak istemiştir. Döneminde önemli bir malî buhran yaşanmamıştır. O zamana kadar hicrî takvime göre yapılan malî ödemelerin şemsî takvime göre yapılması uygulaması başlatılarak devletin uğradığı zararlar önlenmek istenmiştir. Saltanatı boyunca altın, gümüş ve bakır paralar kestiren padişah Anadolu ve Rumeli’de para kesimini yasaklamış, sadece merkeze uzak Mısır’da, Kuzey Afrika eyaletlerinde, Bağdat ve Tiflis’te buna izin vermiştir.
Osmanlı Devleti’ne son parlak dönemini yaşatan ve haleflerine uzun bir barış devri bırakan I. Mahmud, 27 Safer 1168’de (13 Aralık 1754) cuma namazından dönerken Topkapı Sarayı’nın Demirkapı girişinde vefat etti. Nuruosmaniye Camii’nin yanında hazırlattığı türbesine defnedilmeyip halefi III. Osman’ın iradesiyle Yenicami yanındaki Vâlide Turhan Sultan Türbesi’nde babası II. Mustafa’nın yanına gömüldü. I. Mahmud dış ve iç meselelerde denge politikası izlemiş, dahildeki huzursuzlukları sık sadrazam değiştirmekle önlemeye çalışırken dış politikada başarılı anlaşmalara imza atmıştır. Onun ülke meseleleriyle yakından ilgilendiği, Dîvân-ı Hümâyun toplantılarına katılarak halkın dertlerini dinlediği, cirit, at yarışı, yüzme sporlarından ve özellikle mehtap seyrinden hoşlandığı belirtilir. Kaynaklarda dindar, zeki, bilgili, yumuşak huylu, hamiyetli, barış sever, âdil ve vakur bir padişah olarak vasıflandırılan I. Mahmud, “Sebkatî” mahlasıyla şiirler yazmış, mûsikiyle uğraşmış ve bir kısmı günümüze ulaşan besteler yapmış muhtemelen tanburî bir sazendedir. Başta lâle olmak üzere çiçekleri çok sevdiği ve satranç meraklısı olduğu nakledilir (a.g.e., I, 178).
İstanbul-Edirne arasındaki mîrîye ait bütün kasırları tamir ettiren (Ahmet Refik, s. 137), özellikle de İstanbul’un imarı için çalışan ve çağdaş tarihçiler tarafından “muammir-i bilâd” olarak nitelenen I. Mahmud, Lâle Devri’nde başlayan imar faaliyetlerini daha bilinçli şekilde sürdürmüştür. Nuruosmaniye Külliyesi’nin inşasını başlatmış, fakat burası halefi III. Osman zamanında bittiği için onun adıyla anılmıştır. Orta Kapısı’nı onarttığı Yeni Saray’ın sahilinde inşa ettirdiği Topkapı Sahilsarayı’nın adı zamanla bütün saraya teşmil edilmiştir. Ayrıca Topkapı Sarayı’ndaki Hazine Dairesi’nden başka Elçi Hazinesi’ni yaptırmış, Beşiktaş Sahilsarayı ile Yalı Köşkü’nü ilâve köşkler ve bahçelerle genişletmiştir. Bunların dışında Yıldız Dede, Tulumbacılar Odası ve Defterdar Kapısı mescidleriyle Rumelihisarı’nda Hacı Kemâleddin (İskele), Beşiktaş’ta Arap İskelesi, Üsküdar’da Sultan Mahmud ve Kandilli camileri gibi birçok mâbedin bânisi olan I. Mahmud, Beyazıt Camii’nin kubbesiyle Beylerbeyi’ndeki camiyi tamir ettirmiş, günümüzde Yeraltı Camii olarak anılan Kurşunlu Mahzen’i mâbed haline getirip (Vâsıf, I, 12-13) buradaki sahâbe mezarlarını caminin içine aldırmıştır. I. Mahmud’un tuğralı kitâbesi caminin kapısı üstünde bulunmaktadır. İstanbul’un özellikle Galata ve Beyoğlu yakasının su meselesine el atmış, yaptırdığı bentlerde toplanan suları Tophane’de tamamlattığı meydan çeşmesiyle (İzzî, s. 213) Azapkapı’daki Sâliha Sultan Çeşmesi’ne, Kasımpaşa, Tepebaşı, Galata ve Beşiktaş semtlerindeki 100’den fazla çeşmeye dağıtmıştır. İnşa ettirdiği su makseminden dolayı ünlü “Taksim” adı onun zamanından beri kullanılmaktadır. Tophane sahillerinin doldurularak meydanın genişletilmesi, Tersane deposu ve yanındaki çöp mahzeninin yenilenmesi de bu padişah zamanında olmuştur.
I. Mahmud Ayasofya, Fâtih ve Süleymaniye camileriyle Galata Sarayı’nda kütüphaneler yaptırarak giderleri için Vidin ve Semendire’de köyler vakfetmiş, taşradan toplattığı değerli yazmalarla sarayda âtıl vaziyette duran eserleri buralara koydurmuştur. Galata Sarayı Mektebi’ni âdeta yeniden kurarak ve dershane açtırarak sık sık ziyaret etmiştir. Fâtih Camii yanında açtığı dershanede özellikle Ṣaḥîḥ-i Buḫârî okutulmasına özen göstermiştir. İstanbul dışında Belgrad ve Vidin’de kütüphaneler yaptırıp buralara değerli kitaplar göndermiştir. Topkapı Sarayı’nda III. Ahmed’in kurduğu kütüphane içinde Revan Köşkü bölümünü açtırmış, buraya kitaplar vakfetmiştir. Onun bu kültürel faaliyetlerine devrin devlet ricâli de katılmış, böylece İstanbul âdeta kütüphanelerle süslenmiştir. Bunlardan Âşir Efendi ve Reîsülküttâb Mustafa Efendi’nin kütüphaneleri Süleymaniye Kütüphanesi içerisinde, Âtıf Efendi’ninki müstakil binasında faaliyetini sürdürmektedir (Erünsal, s. 83 vd.). Bu arada Ayasofya Külliyesi’nde sıbyan mektebini ve Beşiktaş’ta Bayıldım Kasrı’nı inşa ettirmiştir. Yûşâ tepesindeki Tokat Köşkü’nü Hümâyunâbâd adıyla yeniden yaptıran Sultan Mahmud Kanlıca’daki Mihrâbâd Kasrı’nın da bânisidir. Ayasofya Kütüphanesi’ne gelir sağlamak amacıyla günümüzde de faaliyetini sürdüren Cağaloğlu Hamamı’nı inşa ettiren, civarına vakıf evler yaptırarak iskâna açan ve bir mahalle haline getiren, Sultanahmet’te Çatalçeşme’deki defterdarlık binasını onartan da odur. Topkapı Sarayı’nda Mukaddes Emanetler Dairesi’nde bulunan kadem-i şerifi Eyüp Sultan Türbesi’nin kıble tarafında mermerden yaptırdığı yirmi gözlü bir kemer içine koydurarak halkın ziyaretine açmıştır (Şem‘dânîzâde, I, 26). Çok sevdiği Kandilli’yi de imar edip Nevâbâd adını veren ve iskâna açan, Kahire’de bir külliye yaptıran I. Mahmud’un İstanbul dışında daha birçok hayır eseri bulunmaktadır. 1736’da Rus tahribatına uğrayan Bahçesaray’daki Han Sarayı, camisi ve kütüphanesinin tamiri için gerekli malzeme onun tarafından gönderilmiştir.
27 Cemâziyelevvel 1175’te (24 Aralık 1761) doğdu (Vâsıf, I, 206-207). Babası III. Mustafa, annesi Mihrişah Sultan’dır. Aslen Gürcü (Hammer, IV, 528) veya Çerkez olduğu belirtilen annesinin Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi tarafından babasına hediye edildiği söylenmektedir (Zinkeisen, VII, 323). III. Ahmed’den (1730) sonra tahta geçen I. Mahmud ve III. Osman’ın çocukları olmamış, aradan geçen kırk yıl zarfında hânedanda erkek şehzade doğmamış olduğundan Selim’in dünyaya gelişi bir hafta süren şenliklerle kutlanmıştır. Eğitimine beş yaşını doldurduğunda törenle başlandı (20 Cemâziyelevvel 1180 / 24 Ekim 1766) ve özellikle babası zamanında itinalı bir tahsil gördü. Anne baba sevgisiyle büyüdü. Küçük yaşta devlet teşrifatındaki yerini aldı, resmî işlerde ve merasimlerde bulunmaya başladı. Babasının Tophane ve Tersane’ye yaptığı denetim gezilerine henüz çocuk yaşlarındayken katıldı. Dedesi III. Ahmed’in elçi kabullerinde yanına çocuklarını da alması örneğini takip eden III. Mustafa, bu gibi törenlerde Selim’i de yanına alarak elçilerle tanışmasını ve devlet muamelesini öğrenmesini sağladı; bilinçli şekilde oğlunu devlet işlerine alıştırdı. Selim’in ıslahatçı zihniyetini bir baba mirası olarak (Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları [Nizam-ı Cedit], s. 12) küçük yaşlarda edindiği doğrudur ve bunun âdeta kaderini belirleyecek şekilde bilinç altına yerleştiğini söylemek yanlış olmaz. Bununla beraber maddî ve mânevî alanlarda köklü bir değişiklik geçirmekte olan Avrupa’daki gelişmelerin dönemin genel havasında yarattığı etkilerden de uzak kalmamıştır.
Babasının ölümü üzerine (8 Zilkade 1187 / 21 Ocak 1774) tahta amcası I. Abdülhamid çıktı (Vâsıf, II, 278). I. Abdülhamid on üç yaşındaki yeğenine iyi davrandı. Ekberiyet usulü sebebiyle yeğenlerin amcaların eline kalması amcaların da yeğenlerine iyi davranması sonucunu vermiş, Selim de padişah olduğunda amcazadeleri olan Mustafa ve Mahmud’a iyilikle muamele etmiştir. Bunda kendisinin evlâdı olmaması kadar hânedan arasındaki erkek evlât azlığının da etken olduğunu söylemek mümkündür. Ancak halefi olacak olan Mustafa’nın hem kendisini hem de yegâne erkek kardeşi olan Mahmud’u öldürmeye teşebbüs etmesi, hatta Mahmud’un hânedanın tek erkek üyesi kalmak için Mustafa’yı öldürtmek zorunda kalması olağan üstü durumlarda bunun pek etkili olmadığını gösterir.
Râgıb Paşa’dan sonra işe yarar bir devlet adamı bulamadığına dair babasının sızlanması, zamanın kötüye gidişi ve düzelme imkânının pek bulunmadığına dair serzenişleri Selim devrinin de değerlendirilmesinin önemli verileri arasındadır. Babası zamanında başlayan Rus savaşı (1768) amcasının tahta çıkmasından kısa bir zaman sonra yenilgiyle sonuçlandı. Yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması’nda (1774) bağımsız hale getirilen Kırım nihayet Rusya tarafından ilhak edilip bu durum bir senedle onaylandığında (8 Ocak 1783) bu belgede tahtın vârisi sıfatıyla Şehzade Selim’in de imzasının bulunmasının talep edildiğine dair söylentiler (Câbî Ömer Efendi, I, 7), saltanat vârisi kavramının henüz kurumsallaşmadığı bir dönemde genç şehzadenin halk arasındaki konumuna işaret etmekteydi. Küçük Kaynarca Antlaşması’nın uygulanmasından doğan sıkıntılar ve Rus tehdidine boyun eğilmesi, müslüman ahalisiyle bütün Kırım’ın terki kamuoyunda amcası aleyhinde bir havanın oluşmasına yol açtığında kendisinin tahta geçirilmesiyle ilgili bir eylemin hazırlığı rivayetleri ihtimalden öte ciddiyeti olan bir söylem haline geldi. Kendisinin taraftarı olduğu belirtilen Sadrazam Halil Hamîd Paşa ve yakın adamlarından Vezir Râif İsmâil Paşa’nın bundan ötürü azli ve idamı (1785) böyle bir girişimin mevcudiyetine geçerlilik verdi. Bu idamlarda özellikle Tersane Emini Selim Ağa ve oğlu Ahmed Nazif Efendi’nin rolünü unutmayan Selim tahta çıktığında ilk idam hükmünü, daha sonraki yıllarda uygulamamasının kendisi için hayatî bir önem arzedeceği siyaseten katlin nâdir örneklerinden biri olarak bunlar için verdi. Tahta çıkarılmasıyla ilgili harekete geçilemeden önlenen girişimin sonucunda gözetiminin sıkılaştırıldığı ve hayatının biraz zora sokulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim on beş yılını geçirdiği Şimşirlik Dairesi’nin penceresinden çocukluğundan beri dostluğu devam eden birkaç yaş büyük akranı Çuhadar Hüseyin ile sohbet ederken Selim Ağa’nın bunu görerek ihbar etmesi ve tek eğlencesinin bu pencere olduğunu söylemesine rağmen burasının kapatılması (Cevdet, IV, 270-271) bu döneminin pek de rahat geçmediğine işaret etmektedir. Tahta çıktığında başçuhadar ve daha sonra (1792) kaptan-ı deryâ yapacağı, icraatının en önemli destekçisi olan ve aynı sütanneden emmiş olduğu söylenen Küçük Hüseyin Paşa ile kadim dostluğu bu dönemlere dayanır. Bu sıralarda kendisinin zehirlenerek ortadan kaldırılmak istendiği, bununla görevlendirilen câriyenin şehzadeye gönül meyliyle kıyamadığı gibi söylentiler (Câbî Ömer Efendi, I, 9) isminin halk arasında masalımsı hikâyelerle sevgi bulduğunun işaretidir. Bu sıkıntılı dönemde “İlhâmî” mahlasını kullanarak düşmanla savaşma azmini dile getiren şiirler yazmış, kötü gidişin tahta çıkmasıyla sona ereceğine dair inancını nazma dökmüş, amcasının imamlarından Kırîmî Ahmed Kâmil Efendi’den aldığı mûsiki dersleri üstün yeteneğinin mahsulü olarak bu dönemde en güzel bestelerini yapmasına vesile olmuştur. Buna rağmen bir müddet sonra durumunda tekrar bir rahatlama meydana geldiği dışarıyla irtibat kurması, hatta Fransa Kralı XVI. Louis ile yazışmaya girişmesinden (1786) anlaşılmaktadır. Kendisine bu konularda Fransız elçisi Comte de Choiseul-Gouffier yardımcı olmuş, mektuplar müsvedde halinde Ebûbekir Râtib tarafından yazılmış, bizzat Selim tarafından temize çekilmiş ve İshak Bey vasıtasıyla Fransa’ya gönderilmiştir (Uzunçarşılı, II [1938], s. 199-200). Selim bu mektuplarını “saltanat vârisi” ve “saltanat veliahdı” sıfatları ile imzalamıştır. Böyle bir unvan kendisine mahsus bir imtiyaz olmak üzere resmen ilk defa kullanılmıştır (Sarıcaoğlu, s. 3). Müstakbel hükümdar olarak kralın yazdıklarından, özellikle devletin içinde bulunduğu pek parlak sayılmayan durumuna değinen satırlar dolayısıyla pek memnun kalmadığı, cinas ve imalarla dolu cevabî bir mektup kaleme alarak mukabele ettiği bilinmektedir. Bu yazışmaların, kendisini Avrupa’daki siyasî havanın ve devlete ne gözle bakıldığının çıplak gerçekleriyle yüzleştirdiği ve bir an önce tahta çıkmak arzusunu daha da güçlendirdiği açıktır. Bu sıralarda yazdığı, tahtı halka hizmet etmenin bir aracı olarak gördüğünü dile getiren şiirlerinin (“mahz-ı safâdır bana nâsa hizmet”) çağdaşı Prusya Kralı Büyük Friedrich’in, “Seni mutlu kılmak benim görevimdir” diyen aynı anlamdaki dizeleriyle (Porträt des Genius, s. 26) tamamen örtüşmesi, Şark’ta ve Garp’taki bu iki büyük hükümdarı aynı hissiyatta birleştiren Avrupa’daki Aydınlanma zihniyetinin Osmanlı sarayında da temsil edilmekte olduğunun işareti sayılabilir.
1787-1788 tarihinde iki cepheli olmak üzere devam eden Rus ve Avusturya savaşı özellikle Rusya cephesi itibariyle kötü bir seyir takip etmekteydi. I. Abdülhamid yenilgilerin acısı altında nüzül isabetiyle vefat etti. Selim 11 Receb 1203’te (7 Nisan 1789) tahta çıktığında (Cevdet, IV, 234-235) yirmi sekiz yaşındaydı. İlk işi on beş senedir ayrı kaldığı, belki padişahın müsaadesiyle nâdiren görüşebildiği annesini düzenlenen büyük bir törenle Eski Saray’dan yanına getirtmek oldu. İki gün sonra kılıç alayı yapıldı (17 Nisan). Daha sonraları sıkça misafirliğe gideceği kız kardeşleri Şah, Hatice ve Beyhan sultanları müteakip ilk üç cuma selâmlığının ardından ayrı ayrı ziyaret ederek aile hasretini giderdi.
Selim doğumundan itibaren devleti kurtaracak ve yenileyecek, düşmanlara karşı muzaffer olacak bir “sâhipkırân” olduğu inancı içinde yetiştirilmişti. İlm-i nücûma olan düşkünlüğü ile bilinen ve eşref saat belirlenmeden hiçbir işe kalkışmayan babasının (Şem‘dânîzâde, II-B, s. 116), oğlunun doğumunu da buna göre ayarlamış ve dünyaya “kırân” vaktinde gelmesini sağlamış olduğu anlatılır. Müneccimin bunun için saatin ibresine biraz müdahale ettiğine dair olan hikâyedeki (Cevdet, VIII, 148-149) doğruluk payı Selim’in bu havayla büyütülmüş olduğu gerçeğine gölge düşürmez. Buna rağmen kendisi uğurlu gün ve eşref saate itibar etmez, bunlara teşrifat gereği uyardı.
Tahta çıktığında devam etmekte olan Rus ve Avusturya savaşının kötü gidişatına engel olmaya çalıştı, hatta bizzat sefere çıkmaya teşebbüs etti (Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, s. 23). Savaşın seyrini değiştirecek ehliyetli kumandanlar bulup bunları sadrazam tayin etmekte zorlandı. İstihâre ve kura ile yaptığı seçimler bizzat bu şekilde seçilenleri de şaşkınlığa sevketti. Savaş zamanında işi şansa bırakmış olması aydınlanmış hükümdar portresi veren hayat hikâyesinde olumsuz iz bıraktı. Camilerde okutulan dualara rağmen düşman karşısında başarılı olunamaması üzerine, “Para ile yapılan duadan hayır gelmez” diyecek kadar açık görüşlü ve gerçekçidir. Bütün gücüyle ordunun teçhizine çalıştı. Prusya ile ittifaka gidilmesinde bir an bile tereddüt etmedi ve gerçekleşmesi için çok uğraştı. İçinde bulunulan şartlarda bir an önce barış yapılmasını gerçekçi bir yaklaşımla daha hayırlı gören ordu ricâlinin hıristiyan bir devletle yapılacak böyle bir ittifakın dinen câiz olmadığı bahanesine sarılmasına, aldığı karşı fetvalarla mukabele etti ve bu konudaki muhalefeti ortadan kaldırdı (1790). Kırım’ı geri almadan ve zafer kazanmadan savaşa son vermeyi, saltanatına parlak bir şekilde başlamak istemesi kadar yetişme döneminin şartlanmasının da etkisiyle kabule yanaşmadı. Prusya’nın müdahalesiyle Avusturya’nın barışa meyletmesinden (1791) ümide kapılarak Rusya ile savaşın zaferle bitirilmesi için herkesi teşvik etti. Ancak savaşın gerçekleriyle yüzyüze olan ordu ricâli başta Sadrazam Koca Yûsuf Paşa olduğu halde tamamen başka yönde bir karar aldı. Bu Osmanlı tarihinde emsali görülmemiş bir boykot hadisesidir. Bozuk düzen içindeki eğitimsiz ordu zaferden tamamen ümidini kesmişti, düşmanla mücadeleyi sürdürecek durumda değildi ve bir an önce barış yapılmasını talep etmekteydi. Bu karar bütün ordu ve devlet ricâlinin imzaladığı ortak bir dilekçeyle resmen kendisine bildirildi. Bu gelişme karşısında III. Selim barışa rıza göstermekten başka bir çaresi olmadığını anladı (Mehmed Emin Edib Efendi’nin Hayatı ve Târihi, s. 242-247; Cevdet, V, 161-165; Beydilli, sy. 12 [2005], s. 221-224).
III. Selim’e toptan bir yenilenmeye ve yeniden yapılanmaya gidilmesi zaruretini kavratan ve bu konudaki fikirlerine kesinlik kazandıran da bu gelişme oldu. Daha ordu dönüş yolundayken yapılması gerekenlere dair lâyihalar hazırlanması için emirler verdi. Rus savaşının bitimi, aynı zamanda Selim dönemini simgeleyen Nizâm-ı Cedîd yenilenmesinin başlangıç tarihi oldu (1792). Avrupa kurumlarının üstünlüğü ve örnek alınmasındaki zaruret, daha önceki devirlerde de dile getirilmekle beraber Selim şimdi bunu ilk defa açıkça ifade etmekte ve geniş çapta uygulamaya sokmaktaydı. Reformları düşmanla savaşmaktan kaçmış olan ordu ve devlet adamlarıyla yürütmeyi mümkün görmediğinden alışılmışın dışında bir uygulamaya giderek kendisine yakın ve işin gerekliliğini kavramış, bu yolda hayatını feda etmeye hazır bir ekiple yola çıkmayı daha uygun buldu. Savaşa katılan ordu kumandanlarının hemen hepsini değiştirdi, kumanda zincirini bozdu ve ocak dışından tayinler yaptı. Askerî reformların en önemli ayağı olmak üzere timarları denetimden geçirdi ve yararsız olanları tasfiye etti, boşalmış olanlara el koydu. Ancak yeniliklere cephe alan ilk muhalifler de böylece ortaya çıktı. Avrupa tarzında eğitilmiş bir ordu (Nizâm-ı Cedîd Ordusu) kurulması ve yeni bir donanma yapılması işini başarıyla sürdürdü. Ordu ve donanmanın ağır masraflarını karşılamak üzere müstakil bir defterdarlık ve fon (Nizâm-ı Cedîd hazinesi) oluşturdu, yeni vergiler koydu ve kayıpları önledi. Tasarruf edilmesine, lüks ithal malı kullanımına son verilmesine, devlet gelirlerinin arttırılmasına ve ticaretin gelişmesine önem verdi; bu amaçla devlet adamlarını ve imkânı olanları gemiler edinerek deniz ticareti ve taşımacılığına teşvik etti. Gayri müslim Osmanlı tebaasından isteyenlere Avrupa tüccarı adıyla berat verilerek Avrupalı tüccar statüsünde ticaret imkânı tanıdı. D’Ohsson bu şekilde seksen iki gemilik bir ticaret filosu oluştuğunu bildirmektedir (Öner, s. 152). Şartlar, özellikle askerî sahada Selim’i eski ve yeniyi beraberce yaşatmak zorunda bıraktı. Eski ordu teşkilâtının muhafaza edilmesi onu ortadan kaldıracak bir kuvvetin henüz oluşmaması sebebine dayanmaktaydı.
Mevcut Mühendishâne-i Bahrî’nin elden geçirilerek geliştirilmesi ve nihayet Hasköy’de Humbaracı ve Lağımcı ocakları kurularak bunların efradına Kara Harp Okulu gibi eğitim veren askerî bir mühendishâne tesisi (1795), burada bir matbaa açılması (1797), Levent ve Üsküdar’da büyük kışlalar inşası, yeni askerî teşkilât için benzerlerinin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yapımı yenileşme hareketinin askerî ağırlıklı olduğu imajına kuvvet vermekteydi. Aslında bu kaçınılmazdı ve Avrupa teknolojisinin aktarılmasının en önemli sahasını teşkil ederek ilerideki dönemlerde devlet idaresinin askerî ağırlıklı olmasının da temellerini atmaktaydı. Ancak ıslahat mülkî idarenin bütün dallarını kucaklamak zorundaydı. Bozuk bir mülkî idareyle gerekli yeniliklerin yapılmasında başarı kazanılamazdı. Selim’in reform programının bu anlamda çok daha kapsamlı olduğunu kabul etmek için yeterli veriler mevcuttur.
Matbaa, III. Selim’in ağır masraflarını sineye çektiği aydın şahsiyetinin önemli bir meşgalesi oldu. Burayı denetler, basılacak kitapları belirler, inceler, usta ve zanaatkârları taltif ederdi. Askerî kurumları da babası gibi sıkça denetimden geçirmekteydi. İzlenimlerini yazarak ilgililere bildirmekte ve gerekli uyarılarda bulunmaktaydı. Yazılarını çok defa eğitici ve öğretici bilgilerle donatırdı. Bu notları bazan ince nüktelerle, alaycı ima ve istihzalarla dolu olabilirdi. Kırk defa yazdığı şeyin hâlâ anlaşılmamış olmasına kızdığı bir sırada sadrazama, “Uyarı notlarımı toplayacak olsam koca bir kitap olurdu” demesi mizacının bu yanını aksettiren bir örnektir. Bu tür ihmal ve gevşekliklere siyasetle karşılık vermenin gerektiği hususu, yıllar sonra tahttan ayrılmak zorunda kaldığında pişmanlık içinde itiraf ettiği, “Bütün bunlara benim hilmim sebeptir” beyanıyla sabittir. Yumuşak huylu, hoşgörülü, çok bağışlayıcı ve merhametli olma hali yüksek insanî meziyetlerine işaret eder. Ancak bu, köklü reformlara girişmekte olan bir devlet adamı için kendisiyle yola çıkanların da hayatını tehlikeye sokan ciddi bir zafiyete delâlet eder. Saltanatı boyunca sağlam ve istikrarlı bir karakter çizgisi göstermemiştir; “su gibi meyyal” olmakla nitelendirilir, çifte mizaç ve şahsiyet içinde görünür. Nihayet bir hükümdar için en kötü şeylerden biri olmak üzere giderek kendisinden hiç korkulmamaya başlanır ve haşmetini tamamen kaybeder. Bütün bunlar müceddid olma iddiası için büyük bir yetersizlik halidir. Fakat küçüklüğünden beri kulağına doldurulanlardan sıyrılması son ana kadar mümkün olmamış ve tam bir teslimiyet içinde elinin altındaki binlerce eğitilmiş askeri kullanmadan onları da karşı harekâtın insafına terketmiş, her şeyi vuruşmadan bırakıp nezaket içinde köşesine çekilmiştir (Cevdet, VIII, 171). Bunu yapmadan önce ilk ekipten kalan birkaç kişi hariç kendisiyle yola çıkanları ve daha sonra katılanları cellâda teslim etmesi, hatta kendi eliyle reform dönemine son vermesi, zamanında yapılan karakter tahlillerine hak verdirmektedir. 1789 Mayısında Prusya elçisi Diez, “Bu hükümdar evsaf ve meziyetleri itibariyle milletinin fevkindedir ve milletinin müceddidi olması mukadder görünmektedir; ancak 100 yıldan fazla bir zamandır gerilemekte olan bir devletin yenilenmesi için uzun seneler gereklidir” demekteydi (Zinkeisen, VI, 722). Zaman III. Selim’in, bütün iyi niyetine rağmen böyle muazzam bir işi uzun yıllar enerjiyle sürdürecek ve başarıya erdirecek karakter sağlamlığından, sebattan ve basiretten mahrum olduğunu göstermiştir (a.g.e., VII, 319). Genel kanaat onun giriştiği işin üstesinden gelebilecek bir kişiliğe sahip olmadığıdır.
Sadrazamı ikinci plana atmasıyla divanı reform işlerinde birinci derecede söz sahibi olmaktan çıkarması ve kendine yakın bazı isimlerden oluşan bir “iç kabine” veya Prusya elçisi Knobelsdorf’un 25 Eylül 1792 tarihli raporunda sayısını kırk olarak verdiği (a.g.e., VII, 322) bir reform ekibiyle işleri yürütmeye kalkışması beklenen sonucu vermedi. İcraat içinde ikilik yarattığı ve sadrazamların bu kişilerle (atabek-i saltanat) zıtlaşmasına, otoritenin bölünmesine ve nihayet divanın reform işlerine samimi olarak destek vermemesine yol açtığı, ayrıca bu ekip içinde de hiziplerin oluşmasının başarı şansını azalttığı ileri sürülmüştür (Olivier, Türkiye Seyahatnâmesi, s. 155). Bu gelişmenin son ordu boykotuna karışmış bütün ricâlin tasfiyesi anlamındaki infialle ilgisi olduğu açıktır. III. Selim reformlara inanmış bir ekiple işe girişmişti. Hatta aralarında işlerin ters gitmesi halinde padişahın kendilerini feda etmeyeceğine dair bir anlaşmanın dahi mevcut olduğu ifade edilmiştir (Cevdet, VIII, 164). III. Selim’in reformların yürütülmesini sorumlu ve güçlü bir sadrazamın eline tevdi etmesinin daha iyi sonuçlar vereceğine dair yapılan değerlendirmelerin (Zinkeisen, VII, 322) reform girişimlerinin kötü bir şekilde sona ermesinin etkisi altında kalarak yapılmış olduğu açıktır ve geçerliliği yoktur. Bu kadar büyük bir işin başarılı olması -XVI. yüzyıldan beri yerleşik yargıların ışığı altında ve Kâtib Çelebi’nin ifadesiyle değerlendirilecek olursa- ancak padişahlar eliyle yürütülmesiyle mümkündür ve ileride askerî ve mülkî bütün eski kurumların amansız bir şekilde ortadan kaldırılabilmiş olmasının sebebi, II. Mahmud’un işi büyük bir sertlikle yürütmesi ve mutlak gücü bizzat elinde tutması olmuştur.
Dış ve iç siyasette devri pek çok önemli hadiselerle dolu geçti. İçte merkezî idarenin güçlendirilmesi için verdiği uğraştan istenilen sonuç elde edilemedi. Pazvandoğlu, Tirsiniklioğlu, Tepedelenli, İşkodralı, Canikli, Cezzar, Kavalalı gibi güçlü âyanlara tahammül etmek zorunda kaldı. Bunların arasında yabancı bir devletle savaşır gibi seferber olduğu, ancak bertaraf edemediği Pazvandoğlu’nun isyanını bastırmaya çalışması yanında (1798) özellikle Selim’in, “Bizi dünyaya rezil ettiler” dediği, Dağlılar olarak bilinen ve 1792 barışından sonra yıllardır Balkanlar’ı kasıp kavuran eşkıya çetelerinin (Kırcalılar) ortadan kaldırılması için uğraştı (1796). Sırp isyanları ilk defa bu dönemde ulusal bir eylem olarak ortaya çıktı (1804). Vehhâbîler’in Mekke ve Medine gibi kutsal şehirleri ele geçirmeleri, katliam ve talanları, hac ziyaretine engel olmaları saltanatını sarsacak ve meşruiyetini zedeleyecek boyutlara ulaştı (1806).
Dış siyasetteki gelişmeler daha vahim neticeler verdi. Fransız İhtilâli 1792’den itibaren genel bir Avrupa savaşı dönemi başlatmış bulunuyordu. Avrupa devletlerinin Fransa ile meşgul olmalarından ötürü bu gelişmeler ilk zamanlar girişilen reformlar için uygun şartlar oluşturdu. Dağılan kraliyet, piyasaya bol miktarda işsiz kalmış subay ve teknik becerisi olan eğitilmiş insan sunmaktaydı. III. Selim bu insanların ordu, donanma ve mühendishânelerde istihdam edilmesinde tereddüt etmedi. Bunlar gemi inşa mimar ve mühendislerinden Tersane’de havuz yapımcıları, tâlimli askerlerin eğitmenleri, top döküm ustaları, kalafatçı ve burguculardan marangozlara kadar uzanan bir liste teşkil etmekteydi. III. Selim bu elemanların temini ve cazip bir ödemede bulunulması işleriyle yakından ilgilendi. Londra (1792), Paris, Berlin ve Viyana’da (1797) açılan dâimî elçiliklerden bu tür işler için istifade etmeye çalıştı. Ancak bir müddet sonra Avrupa’da ihtilâl Fransa’sına karşı verilen mücadele Osmanlı dünyasına da sıçradı. Napolyon Bonapart’ın İtalya’yı zaptı, kadim Venedik cumhurunun yıkılması ve taksimi (Ekim 1797), Adriyatik’te Fransa ile komşu haline geliş ve nihayet İngiliz-Fransız mücadelesinin bir uzantısı olarak Mısır’a saldırı (Temmuz 1798), buranın kısa zaman içinde ele geçirilişi, Osmanlı Devleti’ni Rusya’nın da içinde bulunduğu bir ittifaka dahil olarak Fransa ile karşı karşıya getirdi (Ocak 1799). İngiliz ve Rus ittifaklarının yardımıyla Fransa nihayet 1802’de barış yapmak ve Mısır’ı terketmek zorunda kaldığında az sayıda dahi olsa savaş mahallerine sevkedilen nizamlı askerin başarıları gözler önüne serilmiş bulunuyordu.
III. Selim, Mart 1805’te genel askerlik uygulamasına geçilmesine teşebbüs etti ve Prusya’daki uygulamadan esinlenmiş olarak yirmi-yirmi beş yaş arası için mecburi askerlik hizmeti getirilmesini öngördü; ancak genel bir hoşnutsuzluğa yol açtığından bundan vazgeçmek zorunda kaldı (Zinkeisen, VII, 342-343). Ertesi yıl aynı uygulamada ısrar etmesi ve bunun Rumeli’de de tatbikine karar vermesi hükümdarlığının dönüm noktası oldu. Anadolu’daki askerî yenilenme işlerinde başarı kazanmış olan Kadı Abdurrahman Paşa bu işle görevlendirilerek idaresindeki Nizâm-ı Cedîd kuvvetleri ile yola çıktı; Silivri, Tekirdağ ve Çorlu’da sert bir muhalefetle karşılaştı. Teşebbüs buradaki âyanların tepkisini çekti ve taraflar arasında silâhlı çatışmalar cereyan etti. Bu gelişmede bizzat Sadrazam Hâfız İsmâil Paşa’nın ihaneti, el altından bunlara destek vermesi önemli bir etken oldu. Neticede girişim Edirne Vak‘ası ile sonuçlandı ve uygulama iptal edildi. Yumuşaklığı sebebiyle sadrazamı sadece azletmek ve sürgüne göndermekle yetinen Selim, yenilik taraftarı diye bilinen Şeyhülislâm Sâlihzâde Esad Efendi’yi de görevden almak zorunda kaldı ve muhalefeti teskin etmek amacıyla yeniçeri ağası İbrâhim Hilmi Ağa’yı sadârete, yeniliklerin amansız düşmanlarından Topal Atâullah Efendi’yi meşihata getirdi (14 Eylül 1806). Sonun başlangıcı olan bu gelişme saltanatına ağır bir darbe vurdu, bütün haşmetini tamamen kaybetmesine yol açtı ve bundan böyle otorite kurması bir daha mümkün olmadı.
Napolyon’un imparator kabul edilmesi Avrupa’da önemli bir mesele haline gelmişti. Karşı çıkan devletlerin askerî hezimetleri neticesinde (1806) bu önce Prusya tarafından tanındığında Osmanlı Devleti için de başka bir seçenek kalmamış oluyordu. Fransa ağırlıklı bir siyasete dönüş İngiltere ve Rusya ile mevcut ittifaktan çıkma anlamına geldiğinden 1806’da bu iki devletle savaş durumu ortaya çıktı. İngiliz filosunun Çanakkale’den rahatça geçip İstanbul önlerine kadar gelmesi yine III. Selim’in iktidarına büyük bir darbe vurdu (Şubat 1807). İngiliz filosunun blokaj sebebiyle şehirde kıtlık ve pahalılığa yol açması halkın reformlar dolayısıyla biriken kızgınlığını su üstüne çıkardı ve patlama noktasına getirdi. Filonun Yeniçeri Ocağı’nın imhası için bizzat devlet ricâlinin davetiyle geldiğine dair çıkarılan asılsız söylentiler ortalığı daha da karıştırdı.
Şubat sonunda İngiliz filosunun çekilmesi üzerine 12 Nisan 1807’de ordu Rus seferine çıktı ve Nizâm-ı Cedîd aleyhtarı olup el altından Şehzade Mustafa ile anlaştığı ileri sürülen Köse Mûsâ Paşa sadâret kaymakamı oldu. Ordu Edirne’ye vardığında İstanbul’da III. Selim’e karşı düzenlenen ayaklanmanın hazırlıkları tamamlanmış bulunuyordu. Sadrazam İbrâhim Hilmi Paşa ve devlet ricâli ocak halkıyla beraber seferde olduklarından bu her şeyi ile ikinci elden icra edilen bir darbe oldu. Köse Mûsâ Paşa ve Şeyhülislâm Topal Atâullah Efendi tarafından tezgâhlanan Nizâm-ı Cedîd karşıtı isyan Boğaz yamakları tarafından başlatıldı (Kabakçı Mustafa İsyanı) ve İngilizler kadar özellikle reformlara karşı olan muhalif hizipleri destekleyen (a.g.e., VII, 343, 390) Rus parmağından da şüphe duyulması gereken bir gelişme göstererek dört gün içinde fazla kan dökülmeden Selim’in tahttan indirilmesiyle sonuçlandı (17-21 Rebîülevvel 1222 / 25-29 Mayıs 1807). İsyancılar, sadrazam ve şeyhülislâm ikilisinin tanzim ettiği on bir kişilik listedeki Nizâm-ı Cedîd erkânının idamıyla yetindi. Ayaklanmanın ilk günü yalnızca yamakların yanında bulunan Mahmud Râif Efendi ve Halil Ağa öldürüldü. Selim tahtta kalabileceği ümidiyle eserini feda etmekten çekinmedi, reform harcamaları için kurulan ve olağan dışı vergilendirmelerin kaynağı olarak nefret edilen defterdarlığı (İrâd-ı Cedîd Hazinesi) kaldırdı. Vaktiyle ahitleşmiş olduklarına (İbrâhim Nesim, Gizli Sıtma lakaplı Hacı İbrâhim, Sır Kâtibi Ahmed) kaçma fırsatını vermiş olmakla beraber listede yer alan diğer ricâli cellâda teslim etti; kaçanlar da yakalanıp hakaret ve eziyetlerle meydanlarda idam edildi. Her türlü meslekten, sınıftan ve tabakadan İstanbul halkının neredeyse yarısının yeniçeri defterlerinde kayıtlı olması ve askerî bir hizmet görmeden maaş alması (Krauter, s. 19) isyancıların geniş kitlelerce sessizce desteklenmesini sağlamaktaydı. III. Selim fedakârlıklarına rağmen tahtını kurtaramadı; yenilikçiliği, Batıcılığı, dinden çıktığı ve zürriyeti olmaması bahane olarak kullanıldı. Bundan böyle padişahlık yapamayacağı ileri sürüldü ve nihayet tezgâhlandığı gibi Şehzade Mustafa’nın ismi zikredilmeye başlandı. Selim’in tahta çıktıktan sonra Ahmed adını verdiği bir oğlu dünyaya gelmişse de bu doğumdan sonra fazla yaşamamıştı (Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, s. 162-163) ve çocuğu olmamasından kaynaklanan bir merhamet ve sevgiyle yeğenlerine karşı gayet yumuşak davranmaktaydı. Hatta Mustafa’nın, adamları vasıtasıyla dışarı ile irtibat içinde aleyhte çalışmalar yürütmesine bile göz yummakta ve bu gibi faaliyetlerine amcasının vaktiyle kendisine davrandığı gibi görmezlikten gelerek bazı yumuşak uyarılarda bulunmakla yetinmekteydi. Yeğenlerinin hayatından kuşku duyulması onu çok yaralamıştır. Fazla direnmeden, belki yılmış, biraz küsmüş ve bıkmış, fakat muhakkak ki incinmiş bir ruh halinin teslimiyeti içinde kendi hukukunu savunma girişiminde bulunmadan tahttan çekildi, yeğenini kendi eliyle tahta oturttu ve on sekiz yıl önce terkettiği Şimşirlik Dairesi’ne tekrar geri döndü. IV. Mustafa tahtta on dört ay kadar kalabildi. Bu arada amcasını doktor Lorenzo vasıtasıyla zehirletip ortadan kaldırmaya çalıştıysa da Lorenzo bunu şiddetle reddederek kaçıp saklandı (Krauter, s. 23).
Alemdar Mustafa Paşa etrafında toplanan Selim taraftarlarının darbe girişimi hüsranla neticelendi. Darbe 4 Cemâziyelâhir 1223’te (28 Temmuz 1808) saraya hücumla başladı ve öğleden sonra ölüm kalım noktasına ulaştı. Alemdar sarayın kapılarını kırıp içeri girdiğinde Arz Odası’nın Bâbüssaâde’ye bakan kapısı önündeki sofaya bir şilte üzerine konmuş Selim’in cesediyle karşılaştı. Saat 4 sularında Sarayburnu’ndan top sesleri duyulmaya başlandı, bu saltanat değişikliğinin işaretiydi, ancak İstanbul’un diğer halkı gibi Pera’daki elçilikler de kimin tahta çıktığını henüz bilmemekteydi. Genelde Selim’in tekrar tahtına kavuştuğu zannediliyordu (a.g.e., s. 24). Bir saat kadar sonra münâdîler yeni sultanın II. Mahmud olduğunu ilân ettiler. Selim öldürülmüş, Mahmud zorlukla kaçarak kurtarılmıştı (28 Temmuz 1808). III. Selim, kafesteki günlerini yeğeni Mahmud ile belirli bir yakınlık içinde ve ona zengin tecrübelerinden faydalı nasihatlerde bulunarak geçirmişti. Kendini savunmaya teşebbüs etmiş, başlarında Başçuhadar Abdülfettah, Kethüdâ Ebe Selim, hazine vekili Nezir ağaların bulunduğu, daha sonra hepsinin yakalanarak idam edileceği yirmi kadar kātille boğuşmak zorunda kalmıştı. Ebe Selim hayalarını sıktığında cellâdın kaytanı atıp onu boğduğu nakledilmiş (a.g.e., s. 25-26), ancak naaşı üzerindeki darp izleri, kanlı bereli hali, sağ şakağının derisi sakalıyla birlikte çenesine kadar sıyrılmış olduğunun tasviri (Cevdet, VIII, 308) kendisinin kanlı bir şekilde şehid edildiğine işaret etmektedir. Ertesi gün geniş bir halk kitlesinin katılımı ve esef nidâları arasında büyük bir merasimle babasının Lâleli’de yaptırdığı caminin türbesine ve yanına gömüldü. Hak etmediği bir muamele görmüş olarak kendisinin meziyetleri ve icraatları İstanbul kahvelerinde uzun zaman efsane gibi anlatılmaya devam etti. Alemdar’ın kātillerin peşine düşmesi ve onların hepsini bir bir yakalayarak ölümle cezalandırması da alkışla karşılandı (Saint-Denys, II, 192; Zinkeisen, VII, 562).
Yenilikleri sebebiyle oluşan muhalefetin ağır sözlerle saldırdığı III. Selim’in haklılığı on beş yıl geçmeden teslim edilmeye başlandı. Özellikle 1821’den beri devam eden ve uzun yıllar süren nâfile uğraşlara rağmen bir türlü bastırılamayan Rum ayaklanmasını Mora’ya sevkedilen çağdaş eğitimli Mısır kuvvetlerinin beş altı ay içinde sona erdirmesi, İstanbul’da Batı tarzında eğitilmiş ordunun kıymetini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi ve halk arasında Sultan Selim’in itibarı iade edildi. II. Mahmud’a Yeniçeri Ocağı’na son darbeyi vurmanın zamanı geldiğini anlatan bu psikolojik hava olmuştur (Rosen, I, 8). Kaynaklarda halim selim kişiliğine rağmen eski tip silâhları çok iyi kullandığı, iyi bir ok atıcısı olduğu, ayrıca tüfek atışları yaptığı belirtilir. Devrinin kroniklerinde Okmeydanı’ndaki atışlarının 900 gezi (594 m.) aşması üzerine usta okçular arasına girdiğine ve Okmeydanı’nın etrafını yeniden düzenletip buradaki tekke ve köşkleri tamir ettirdiğine dair bilgiler vardır. Şiirde “İlhâmî” mahlasıyla hacimli bir divanı bulunan III. Selim’in Mevlevî olduğu ve devrin ünlü şairi Şeyh Galib’i himaye ettiği bilinmektedir. Şiirleri içe kapalı bir ruh halini yansıtır. Ancak savaşlar vesilesiyle yazdığı şiirlerinde hamâsî bir üslûp sezilir. Çeşitli kütüphanelerde tezhipli ve güzel hatla yazılmış nüshalarına rastlanır (İÜ Ktp., TY, nr. 5514). Ayrıca sanat değeri yüksek besteleri vardır. Kendisi de mûsikişinaslığını şairliğinden üstün görür. Aynı zamanda sûzidilârâ makamını bulup düzenlemiştir (aş.bk.).
Elçi izlenimlerine göre orta boylu, yakışıklı, biraz kilolu, koyu gür sakallı, hafiften çiçek bozuğu yüzlü, sakin tavırlı, sevimli hatlı, yumuşak karakterli hayır sever bir zattır (Krauter, s. 13). Büyük bir ciddiyet ve istekle devletin eski güç ve şevketine kavuşması için çalışan bir padişahtır. Aydınlanmış, kendini milletine adamış ve onun selâmeti için gönderildiğine inanmış, bu yöndeki hizmetleriyle ismini ölümsüzleştirmek isteyen bir hükümdardır. Çağın çılgın yenileşme furyası karşısında belirli bir hayranlık duymuş, bunu temsil etmekte olan Fransızlar’a muhabbetle bakmıştır, öyle ki İstanbul’da aşırılık gösteren Jakobinler’e dahi müsamaha etmiştir (Zinkeisen, VII, 318-319).
III. Selim aynı zamanda savaş bilimiyle ilgili olarak geniş bir bilgiye sahipti. Fransız askerî uzmanlarından Vauban’ın eserlerini bu amaçla tercüme ettirmiş ve bastırmıştı. Bunları okur ve okunmasını tavsiye ederdi. Selim çağdaş savaş tekniklerine, usul ve silâhlarına olan ilgisini bu konularda bizzat bir risâle yazacak derecelere götürmüştür. Padişahın bu risâlesinin ikinci kısmının fişekler ve üçüncü kısmının toplarla ilgili olduğu, risâleyi inceleyen kaptanpaşanın burada sözü edilen fişek ve toplardan donanmadaki gemilerde bulunmadığını söyleyerek bunların teminini istemesi vesilesiyle haberdar olunmaktadır (Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishâne, s. 181).
III. Selim geride askerî işlevde pek çok eser bırakmıştır. Kasımpaşa, Beşiktaş ve Galata mevlevîhânelerini onartmıştır. Çeşitli yerlerde çeşmeler yaptırmış, Eyüp Sultan Camii ve Türbesi’ni ihya etmiş, türbenin şebekelerini som gümüşten döktürmüş ve altın avizeler taktırmıştır. Üsküdar Harem İskelesi arkasında Selimiye olarak anılacak yeni bir semt kurmuş, burasını büyük bir kışla, adıyla anılan cami, tekke, hamam ve diğer binalar, zâbit evleri, iş yerleri inşasıyla mâmur hale getirmiş (bk. SELİMİYE CAMİİ ve KÜLLİYESİ), büyük ve müstakil bir bina yaptırarak Mühendishâne Matbaası’nı buraya taşımıştır (1802)
MÛSİKİ
Osmanlı padişahlarının büyük bir kısmının çeşitli sanat dallarına ilgi duyduğu, ilim ve sanat çalışmalarını teşvik ettiği ve desteklediği bilinmektedir. Bunların arasında şairliğinin yanı sıra saz icracılığı, mûsiki nazariyatına vukufu ve özellikle bestekârlığı ile III. Selim, Türk mûsikisi tarihinin önde gelen simaları içinde yer almış ve dönemi kendi ismiyle anılan bir mûsiki ekolü çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bu ekol, sadece hükümdarın saltanat yıllarından ibaret kalmayıp onun vefatından sonra şekillenecek birtakım değişikliklerin alt yapısını hazırlaması yönünden de önem taşımaktadır. III. Selim’in mûsikişinaslara karşı yakınlık gösterip onları himaye etmesi bu sanatın ilerlemesi ve yükselmesinde önemli rol oynamıştır. Osmanlı padişahlarından hiçbirinin mûsiki sevgisi, ilgisi ve bestekârlığı III. Selim düzeyine ulaşmamıştır.
III. Selim’in, küçük yaşlarda amcası I. Abdülhamid’in müezzinbaşısı Kırımlı Ahmed Kâmil (Kâmilî) Efendi’den usul ve eser meşkiyle başlayan mûsiki hayatı, Hacı Sâdullah Ağa’dan ve özellikle geleneksel tambur üslûbunun üstadı Tanbûrî İzak’tan aldığı tambur dersleriyle devam etmiştir. Mûsikiyle en fazla meşgul olduğu dönem şehzadelik yılları olmuş ve en güzel eserlerini bu dönemde bestelemiştir. Ahmed Kâmil Efendi, III. Selim tahta geçince imâm-ı sânî tayin edilmiştir. Padişahın Tanbûrî İzak’a karşı da büyük saygısı vardı. III. Selim’in şehzadeliği döneminde saray içinde ve dışında pek çok mûsikişinas onun çevresinde toplanmıştır. Padişah olduktan sonra da Enderun Mektebi’ne önem verilerek meşkhâne yeniden düzenlenmiş, o zamana kadar yevmiye ile ders veren hocalara düzenli aylık bağlanmış, Harem Dairesi’nde hanımlara mahsus bir mûsiki meşkhânesi açılarak başına Hacı Sâdullah Ağa getirilmiştir. III. Selim’den sonra şöhret bulan pek çok mûsikişinas onun döneminde yetişmiştir. Saltanatı süresince mûsikiyle ilgisini sürdürmüş, şehzadeliği dönemindeki kadar olmasa da yeni eserler bestelemeye devam etmiştir.
Saray dışındaki meşhur mûsikişinasların da saraya davet edilmek suretiyle padişahın huzurunda yapılan küme fasılları mûsiki tarihinin önemli icraları olarak anılmıştır. Bu fasıllar çoğunlukla Topkapı Sarayı’nda Serdâb Kasrı ile Kâğıthane’deki Çağlayan Kasrı’nda icra edilirdi. Burada yer alan mûsikişinaslar arasında Hacı Sâdullah Ağa, Tanbûrî İzak, Tanbûrî Emin Ağa, Abdülhalim Ağa, Vardakosta Ahmed Ağa, Küçük Mehmed Ağa, Kemânî Mustafa Ağa, Şâkir Ağa, Genç İsmâil (Dede Efendi) özellikle zikredilmelidir. III. Selim’in, Hamâmîzâde İsmâil Dede Efendi’nin yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Dede Efendi’nin Yenikapı Mevlevîhânesi’ndeki çilesinin ikinci yılında bestelediği, “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” mısraıyla başlayan bûselik şarkısının mûsiki çevrelerinde büyük yankı uyandırması üzerine III. Selim İsmâil Efendi’yi saraya davet ederek şarkıyı kendisinden dinledikten sonra takdirlerini bildirmiştir. Onun bir süre sonra bestelediği, “Ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni” mısraıyla başlayan hicaz nakış bestesinin de yine hünkâr tarafından çok beğenilmesiyle Dede Efendi, padişahın isteği üzerine sarayda haftada iki defa düzenlenen küme fasıllarına hânende olarak katılmaya başlamıştır.
III. Selim döneminin Türk mûsiki yazısı tarihinde de önemli bir yeri vardır. III. Selim’in teşvikiyle Abdülbâki Nâsır Dede ve Hamparsum Limonciyan birer mûsiki yazısı sistemi geliştirerek hükümdara sunmuşlardır. Abdülbâki Nâsır Dede, ebced notasını yeniden uyarlayıp kendi adıyla anılan bir nota alfabesi tertip ederek bunun kullanılış şeklini padişaha takdim ettiği Tahrîriyye adlı eserinde izah etmiş, aynı eserde hükümdarın bestelediği sûzidilârâ makamındaki Mevlevî âyiniyle üç adet saz eserini bu nota ile kaleme almıştır. Abdülbâki Nâsır Dede’nin nota alfabesinin beklenen rağbeti görmemesine rağmen Hamparsum’un kendi adıyla anılan mûsiki yazısı sistemi büyük ölçüde benimsenmiş ve Batı notası yerleşinceye kadar XIX. yüzyıl boyunca kullanılmıştır.
XIX. yüzyılda Mevlevî mûsikisinin diğer asırlara göre ilerleme kaydetmesinde III. Selim’in ve II. Mahmud’un büyük tesirleri olmuştur. Mevleviyye tarikatı müntesibi olan III. Selim zaman zaman İstanbul mevlevîhânelerine gider, buralardaki mûsiki faaliyetlerini takip ederdi. Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhleri Ali Nutkî Dede ile Abdülbâki Nâsır Dede’ye teveccüh gösterir, Galata Mevlevîhânesi’ne sık sık giderek cuma namazlarından sonra âyini dinler, âyinin sonunda Şeyh Galib’le şiir ve mûsiki sohbetleri yapardı. Postnişinliğinin ilk yıllarında mevlevîhânenin tamiri gündeme geldiğinde Şeyh Galib konuyu arzettiği dilekçesine bir kasidesini ekleyerek III. Selim’e takdim etmiş, kasideyi çok beğenen padişah hemen dergâhın tamirini mimarbaşıya emretmiş ve tamirat kısa zamanda tamamlanmıştır. Dergâhın bir cuma günü yapılan açılışında III. Selim de hazır bulunmuş ve mukabelede hükümdarın bestelediği sûzidilârâ âyini icra edilmiştir.
Kültür ve sanatta birtakım yeni arayışların ortaya çıkmaya başladığı bir dönem olan III. Selim devrinde mûsikide de klasiğin yanında yeni anlayışların yansımaları görülür. Bu çerçevede yeni terkipler, yeni üslûbun hissedildiği besteler ortaya çıkmıştır. Dönemin en önemli mûsiki kaynaklarından Abdülbâki Nâsır Dede’nin Tedkīk u Tahkīk adlı eserinde III. Selim’in arazbâr-bûselik, dilârâ, evc-ârâ, hicâzeyn, hüzzâm-ı cedîd, ısfahânek-i cedîd, muhayyer-sünbüle, nevâ-kürdî, nevâ-bûselik ve sûzidilârâ makamlarını terkip ettiği belirtilir. Suphi Ezgi Nazarî-Amelî Türk Musikisi adlı eserinde acem-bûselik, pesendîde ve şevkefzâ makamlarının onun tarafından terkip edilmiş olabileceğini söyler. Bazı eserlerde de dilnüvâz, gerdâniye-kürdî, hüseynî-zemzeme, nevâ-kürdî, rast-ı cedîd ve şevkutarab makamlarının III. Selim’in terkibi olduğu belirtilmiştir.
III. Selim âyin, durak, na‘t, tevşîh, ilâhi, peşrev, saz semâisi, kâr, beste, ağır semâi, yürük semâi ve şarkı formlarında 100’ün üzerinde eser bestelemiştir (Koç, s. 117, Öztuna 108 eserinin listesini verir, bk. bibl.). Tesbit edilen eserlerinin yarısından fazlası peşrev ve saz semâisidir. Rauf Yektâ Bey onun Tab‘î Mustafa Efendi, Hacı Sâdullah Ağa ve Dellâlzâde İsmâil Efendi düzeyinde bir bestekâr olduğunu ifade eder. Sûzidilârâ makamındaki Mevlevî âyininin yanı sıra aynı makamdan peşrev, iki beste, ağır ve yürük semâilerle saz semâisinden oluşan takımı klasik Türk mûsikisinin en güzel eserlerindendir. Türk mûsikisi repertuvarındaki “Selim Dede” mahlaslı bestelerin de ona ait olduğu söylenir. Bazı eserlerinin güftesi de kendisine aittir. “Çîn-i giysûsuna zencîr-i teselsül dediler” mısraıyla başlayan sûzidilârâ, “Bezm-i âlemde meserret bana cânân iledir” mısraıyla başlayan zâvil besteleri; “Âb ü tâb ile bu şeb hâneme cânan geliyor” mısraıyla başlayan sûzidilârâ yürük semâisi; “Bir pür-cefâ hoş dilberdir” mısraıyla başlayan bûselik, “Gönül verdim bir civâne” mısraıyla başlayan hüzzam, “Ey gonca-i nâzik-tenim” mısraıyla başlayan muhayyer-sünbüle, “Bir nevcivâna dil müptelâdır” mısraıyla başlayan şehnaz, “Ey serv-i gülzâr-ı vefâ” mısraıyla başlayan şevkefzâ şarkılarıyla, “Girandır çeşm-i dilde hâb-ı gaflet yâ Resûlellah” mısraıyla başlayan şevkutarab na‘tı ve aynı makamda, “Cenâbındır şeh-i pâkîze-meşreb yâ Resûlellah” mısraıyla başlayan tevşîhi; “Zâhidâ sûret gözetme içeri gir câna bak” mısraıyla başlayan ırak ve, “Andelîb olmak dilersen ol güle” mısraıyla başlayan rast ilâhileri onun en güzel eserleri arasındadır. “Ey gāziler yol göründü bu garîb serime” mısraıyla başlayan ısfahan şarkı/türkünün bestekârının da III. Selim olduğu söylenir. Ferdi Koç tarafından III. Selim’in besteleri üzerinde bir yüksek lisans çalışması yapılmıştır (bk. bibl.). Bestekârlığının yanı sıra iyi bir tamburî ve neyzen olan III. Selim Batı müziğine de ilgi duymuştur. Kız kardeşi Hatice Sultan’ın sarayında ilk defa Batı müziği dinlemiş ve bunu daha sonra Topkapı Sarayı’ndaki bazı icralar takip etmiş, 2 Mayıs 1797’de yabancı bir topluluk tarafından sarayda hükümdarın huzurunda bir opera sahnelenmiştir. Ayrıca yeni kurulan Nizâm-ı Cedîd birliklerinin günlük eğitimlerinde kullanılmak üzere bir boru-trampet takımı kurulmuştur.
13 Ramazan 1199’da (20 Temmuz 1785) doğdu. I. Abdülhamid’in oğludur. Annesi Nakşidil Sultan’ın Fransız asıllı olduğu iddiası doğru değildir. Adlî mahlası doğumuyla birlikte verilmiştir. Ayrıca “büyük” sıfatıyla da anılır. Amcası III. Selim’in tahttan indirilmesi (29 Mayıs 1807), ağabeyi IV. Mustafa’nın cülûsu ve bunun da Alemdar Mustafa Paşa tarafından hal‘i üzerine 4 Cemâziyelâhir 1223’te (28 Temmuz 1808) padişah oldu. III. Selim’in katli sırasında ölümden dönmüş olarak darbeler ve karşı darbelerle başlayan saltanatı aynı yoğunlukta devam etti. Yeniçeri isyanları, merkezî idareyi zaafa uğratan zorba idareciler ve âyanların te’dibi, Sırp ve Yunan milliyetçi ayaklanmaları, İran ve Rus savaşları ve özellikle Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyanı devrini tamamen işgal eden önemli gelişmeler arasındadır. Bütün bunların içinde devletin yeniden yapılanmasıyla ilgili hayatî önem ve zaruret arzeden köklü ıslahatların sürdürülmesi saltanat döneminin belirgin özelliğini oluşturur.
Saltanatının Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar (1826) geçen ilk devresi bu ocağın adını öne çıkartmış olarak bütünleşen, menfaatini geleneksel düzenin korunmasında gören, ağırlıklı olarak askerî ve ilmiye sınıfı tarafından temsil edilen, Anadolu ve Rumeli’deki âyanlar tarafından desteklenen ıslahat karşıtı cephenin tahakkümü altında geçti. Alemdar Mustafa Paşa’nın dört ay kadar süren sadâretinde meydana getirilen Sened-i İttifak âyanlık kurumunu meşrulaştırmayı amaçlamakla beraber bu girişim, merkezî hükümet karşısında âyanların yekpâre bir cephe teşkil etmeleri aşamasına gelememiş olduğundan sonuçsuz kaldı. Bunlara karşı girişilen uzun soluklu mücadele, giderek Tepedelenli Ali Paşa gibi güçlü âyanların da ortadan kaldırılması aşamasına ulaştı ve 1832 yılına gelindiğinde devletin Avrupa ve Anadolu yakası bunlardan büyük ölçüde temizlendi.
İç ve Dış Gelişmeler. II. Mahmud tahta çıktığında Avrupa’da Fransa’ya karşı verilen mücadele devam etmekteydi ve Osmanlı Devleti, Fransa yanlısı siyasete dönülmek zorunda kalınmış olmasından ötürü Rusya ve İngiltere ile savaş halindeydi (1806). İngiltere ile savaş Kal‘a-i Sultâniyye Antlaşması’yla (9 Ocak 1809) sona ermiş olmakla birlikte Rus savaşı Bükreş Antlaşması’na kadar devam etti (28 Mayıs 1812). Bu barışla Besarabya’nın kaybı söz konusu olmuş, Ruslar’a önemli bazı haklar tanınmış, Memleketeyn tahliye edilmiş, Kafkaslar’daki Rus ilerlemesi tanınmış ve özellikle Sırplar’a özerklik verilmesi kaçınılmaz olmuştu. Bununla beraber Napolyon’un Moskova seferine çıkması (1812), Avrupa’daki nihaî hesaplaşma ve Viyana Kongresi’yle başlayan yeniden yapılanmanın getirdiği meşguliyet, bu antlaşmanın Sırplar’la ilgili maddelerinin bir süre için uygulanmasının askıya alınmasına imkân verdi. Ancak Rusya’nın daha sonra bu meseleyi tekrar gündeme getirmesi Sırplar’a fiilen özerklik verilmesini zaruri kıldı (1817).
1821’de başlayan Rum isyanı kısa zamanda bastırılamamış olmasından ötürü devletler arası bir mesele haline geldi. İsyan Avrupa’da Türk aleyhtarlığını aşırı derecede körükledi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kuvvetlerinin başarılı harekâtı ve isyanın bastırılması aşamasına gelinmesi dış müdahaleyi hızlandırdı. Navarin’de demir atmış olan Osmanlı-Mısır donanması âni bir baskınla yakıldı (20 Ekim 1827), Fransızlar Mora’ya asker çıkardı. Akkirman Antlaşması’yla (7 Ekim 1826) iki devlet arasında sürüncemede kalan meseleleri kendi isteği doğrultusunda çözmüş ve önemli haklar elde etmiş olmasına rağmen Rusya, Rum meselesini bahane ederek savaş açtı. Rus kuvvetleri Edirne’ye kadar geldi ve burada yapılan barış neticesinde (14 Ağustos 1829) Mora’yı ve bazı adaları içine alan Atina merkezli küçük bir Yunan devletinin kurulmasının yolu açıldı. Bu krizde II. Mahmud sert ve kararlı bir tutum sergilemiş, büyük devletlerin, Mora’daki bütün müslümanları katlederek soy kırımına uğratmış olan Rumlar lehinde yapmış oldukları müdahaleleri son ana kadar kabul etmeye yanaşmamıştır.
Sırbistan’ın özerkliğe kavuşmasından sonra bağımsız bir Yunan Devleti’nin kurulması, Balkanlar’daki diğer hıristiyan halklar üzerinde örnek alınacak bir etki oluşturdu ve yükselmekte olan milliyetçilik akımlarına hız kazandırdı. Ayaklanma metbû devletle çatışmalara girişme, Avrupa’nın hıristiyan dayanışmasını tahrik ederek müslüman-Türkler’e karşı duyulan ön yargıları devreye sokma ve büyük devletlerin müdahalesiyle bağımsızlığa erişme, ileriki yıllarda takip edilecek başarı vaad eden bir yol olarak ortaya çıktı. 1830’da Cezayir’in Fransızlar tarafından işgali ise dağılma ve parçalanmanın sömürgeci-emperyalist cepheden gelen tehlikesini gözler önüne serdi.
II. Mahmud’un Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ile giriştiği mücadele, parçalanma tehdidinin doğudan ve bir müslüman güç tarafından gelmesi açısından ayrı bir önem arzeder ve yalnızca saltanatını sarsmakla kalmaz, bir hânedan değişikliği tehlikesini de ciddi olarak gündeme getirir. Mücadelenin Avrupa devletlerinin müdahalesine yol açması Mısır meselesiyle birlikte Boğazlar meselesinin de ortaya çıkmasına sebep oldu. Mısır kuvvetlerinin muzaffer bir şekilde Konya’ya kadar ilerlemesi, burada yapılan savaşta Sadrazam Reşid Mehmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunu yenmesi (21 Aralık 1832) ve sadrazamı esir almış olarak Kütahya’ya kadar gelmesi (2 Şubat 1833) II. Mahmud’un karşılaştığı en büyük tehlikelerden birini teşkil etti. Osmanlı Devleti’nin Mehmed Ali’nin eline geçebileceği ve devletin Mısır’daki reformlar doğrultusunda yeniden yapılanarak kuvvetlenebileceği ihtimalinden hareketle, zayıf bir komşunun varlığını muhafaza etmeyi kendi çıkarları açısından daha hayırlı gören Rusya’nın yardıma koşması için özel bir davette bulunulmasına pek fazla gerek kalmadı; Rus kara ve deniz kuvvetleri Beykoz’a geldi (Şubat 1833). Neticede Kütahya’da varılan uzlaşmayla II. Mahmud, 1516 ve 1517 fetihleriyle elde edilmiş toprakları Mehmed Ali idaresine bırakmak zorunda kaldı. Rusya ile de Hünkâr İskelesi’nde bir ittifak antlaşması akdederek (8 Temmuz 1833) bu devlete Boğazlar üzerinde önemli haklar ve diğer Avrupa devletleri karşısında üstünlük tanıdı. Rusya’nın işe karışmasıyla bir Avrupa meselesi haline gelen Mısır krizinin birinci safhası böylece kapanırken Boğazlar’daki Rus üstünlüğü Avrupa’da infiale yol açtı. Münchengrätz’de bir araya gelen (Eylül 1833) Avusturya ve Rus hükümdarlarının, ileride meydana gelecek yeni bir mücadelede Mehmed Ali’nin tekrar muzaffer olması ihtimalinden hareketle onun Anadolu’yu da elde ederek Osmanlı tahtına geçmesi, ancak hâkimiyetini Avrupa’daki topraklara teşmil etmesine izin verilmemesi ve burada müstakil hıristiyan devletler kurulması hususunda mutâbık kalmış olmaları, gelişmelerin II. Mahmud için arzettiği tehlike boyutunu gözler önüne serer.
Her iki tarafın giriştiği uzun hazırlıklardan sonra 24 Haziran 1839’da Nizip’te meydana gelen son hesaplaşma Osmanlı kuvvetlerinin tekrar yenilmesiyle sonuçlandı ve Anadolu kapıları Mısır kuvvetlerine yeniden açıldı. Mısır ve buna bağlı olarak Boğazlar meselesi, bu defa baştan beri her yönüyle Fransa tarafından desteklenmekte olan Mehmed Ali’ye karşı Osmanlı Devleti’yle dayanışma içine girecek olan İngiltere’nin silâhlı müdahalesi sayesinde halledildi. Mehmed Ali sıkı şartlara bağlandı ve verasetle Mısır valiliğini elde etmiş olmakla yetinmek zorunda bırakıldı (1840). Boğazlar meselesi devletlerarası bir konuma sokulmuş olarak çözüme kavuşturuldu (1841).
Islahatlar. İç ve dış tehditler girişilen ıslahatlar için önemli bir tahrik unsuru olmuştur. Dönemin çağdaş devletleri için kaçınılmaz bir zaruret olan merkezî idarenin üstün otoritesinin sağlanması hususu, memleket içindeki çeşitli isimlerle anılan zorba idarecilerin ortadan kaldırılması mücadelesini gerekli kıldı. Mehmed Ali örneği bu girişimin başarısız kalan tek istisnası olmakla beraber II. Mahmud, kendinden önceki dönemlerde olmayacak derecelerde Osmanlı toprakları üzerinde merkezî otoritenin ağırlığını hissettirmeyi başardı. Avrupaî anlamda çağdaş bir devlet yapısını meydana getirmekle ilgili olarak girişilen ıslahatların dönüm noktasını, geleneksel yapının taraftarlığının ve yenilenmenin karşısında olmanın genel simgesi haline gelmiş olan yeniçerilik zihniyetinin ve bunun müşahhas varlığını teşkil eden Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması oluşturdu. Tahta çıktığı andan itibaren düşündüğü bu konuyu II. Mahmud, ince hesapların yapılmasını ve dengelerin gözetilmesini gerektiren hassas bir mesele olarak ele aldı. III. Selim dönemi gelişmelerinden gerekli dersleri çıkarmış, özellikle asker ve ulemâ ittifakının bertaraf edilmesini hedefleyen tedbirleri almış olarak faaliyete geçti. Önde gelen ulemâ ıslahatın gerekliliğine inandırıldı. Başta şeyhülislâmlık makamı olmak üzere bu inanış içinde olanları çevresinde topladı, daha alt düzeydeki ulemânın taltifine ve hoş tutulmasına çalıştı, böylece bu önemli kesim kontrol altına alınmış oldu. Matbaada basılan kitapların sözlüklerden, Arapça dil bilgisinden, dinî eserlerden, dönemin önemli ve İslâmî safiyete dönüş ve her türlü kötü uygulamanın karşısında olarak âdil bir sistem söyleminde bulunan ve teceddüt istikametinin etkili bir akımı olan Nakşibendî tarikatıyla ilgili eserlere kadar çeşitlilik arzetmesi II. Mahmud’un amacı açısından dikkat çekicidir (Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane, s. 256, 258). Ordunun önde gelen makamlarına yaptığı tayinlerde de bu anlamda özen gösterdi ve önlemlerini almış olarak son darbeyi vurmak üzere uygun fırsatın çıkmasını bekledi.
Yunan ayaklanmasının ve bununla bağlantılı olarak dış tehditlerin had safhada olduğu bir sırada Yeniçeri Ocağı’nın imhasına kalkışılmış olması zamansız ve izaha muhtaç bir girişim olarak görünmekle beraber bu karar, II. Mahmud’un gelişmeleri ne kadar iyi takip ettiğinin ve en uygun zamanı ne kadar isabetle seçmiş bulunduğunun bir göstergesidir. Çağdaş usullere göre eğitilmiş nizamlı Mısır kuvvetlerinin her türlü disiplin ve eğitimden yoksun Osmanlı güçlerinin yıllardır bastıramadığı isyanı kısa bir zaman içinde kontrol altına alması, özellikle İstanbul’daki kamuoyu üzerinde önemli bir psikolojik etki yaratmıştı. Eğitimli Mısır kuvvetlerinin başarısı, III. Selim’in itibarını iade ve reformlar konusundaki haklılığını teslim eden bir gelişme olarak algılandı ve tedbirlerini almış olarak bekleyen II. Mahmud böylece senelerdir kolladığı fırsatı yakalamış oldu. Onun, vaktiyle Alemdar Mustafa Paşa zamanında denenen ve yeniçerilerin hışmına uğrayan Sekbân-ı Cedîd uygulaması örneğinde olduğu gibi, yine aynı tepkinin gösterileceğini bile bile Eşkinci Ocağı adı altında çağdaş usullerle eğitilecek yeni bir askerî teşkilât kurma denemesi (29 Mayıs 1826) tasarladığı tuzağın sadece bir parçasını teşkil etti. Hatta bazı tertiplerle, bu arada meselâ eşkinci askerlerinin 11 Haziran’da Avrupa tarzında üniformalar giymiş olarak tâlimlere başlayacaklarının ilânıyla bunları âdeta açıkça ayaklanmaya yöneltti (Rosen, I, 11). İmhalarına yol açacak olan son yeniçeri isyanının (15 Haziran 1826) tesadüfî bir ayaklanma olmadığı ve artık vaktin geldiğine inanan II. Mahmud’un bir eseri olduğuna şüphe yoktur.
Yeniçeri Ocağı’nın ilgası, II. Mahmud devrinin on üç yıl süren son dönemine damgasını vuran reformların önünü açtı. Eskiyi ve yeniyi yan yana yaşatmak zorunda kalan Nizâm-ı Cedîd devri reformlarının aksine bu yeni dönemde eski düzene ve kurumlarına herhangi bir hayat hakkı tanınmadı. Çağdaş bir ordunun teşkili öncelikli bir mesele olarak ele alındı. Ordunun finansmanı özellikle vakıf zenginliklerinin rasyonel bir tarzda kullanımı ile gerçekleştirilmeye çalışıldı ve bu amaçla Evkāf-ı Hümâyun Nezâreti kuruldu (1826), bütün vakıf zenginlikleri bu nezâretin idaresinde toplandı. Böylece mevcut kötü uygulama ve istismara bir son verilmek istendi. II. Mahmud uygulamayı oldukça katı bir şekilde sürdürdü. Birçok caminin el konulmuş olan mevcut vakıf gelirlerine rağmen tamirleri geciktirildi ve hizmetlileri yetersiz maaşlara bağlandı. Yeniçerilik zihniyetini temsil etmelerinden ötürü Bektaşî tarikatının kovuşturulması, özellikle İstanbul’da kadim olmayan tekkelerinin yıkılması ve önde gelen tarikat mensuplarının idamı veya sürgüne gönderilmesi, mevcut tekkelerin rejimin yanında yer alan Nakşibendî tarikatına devredilmesi gibi sert uygulamalar yanında yeni düzeni desteklemeleri beklentisiyle bazı tarikat şeyhlerine para yardımında bulunuldu (Beydilli, Osmanlı Döneminde İmamlar, s. 39 vd.). Bu anlamda II. Mahmud, kamuoyunu yanına çekmeyi önemseyen bir siyaset takip eden ve bu amaçla basından istifade eden ilk padişah olmuştur. 1831’de İstanbul’da çıkmaya başlayan ve imparatorlukta geçerli diğer başlıca dillerde de nüshalar yayımlayan Takvîm-i Vekāyi‘ gazetesinde reformlarla ilgili haberlere yer verilerek kamuoyunun kazanılmasına çalışıldı. Padişahın kendisini halkla kaynaştıran seyahatlerinin, huzur ve güvenin sağlanmasını temin etmek üzere alınan inzibatî tedbirlerin, yiyecek fiyatlarının sabit tutulması ve belirlenmesiyle ilgili fiyat listelerinin neşrinin veya meselâ cami imamlarına yapılan maaş zammının gazetede duyurulması yanında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasındaki haklılığı ve zarureti dile getiren, başta Üss-i Zafer olmak üzere Netîcetü’l-vekāyi‘, Gülzâr-ı Fütûhât gibi eserlerin kaleme alınmış olması II. Mahmud’un bu anlamda propaganda amacı taşıyan yaklaşımlarındandır.
Örnek alınan Avrupa’nın dışında kalan başka bir medeniyet ve kültür dünyasına mensup olan milletler gibi -meselâ Büyük Petro devri Rusya’sında olduğu üzere- reformların ilk izlenimde geniş halk kitleleri üzerinde psikolojik etki sağlayan şeklî tedbirlere II. Mahmud da başvurdu. Kendisinin kılık kıyafetle ilgili düzenlemeleri bu anlamdadır. Etek ve sakal boyutlarını belirleyen ve şehirlerin giriş kapılarına, talep edilen ölçüleri gösteren sûretler asmış olarak uygulamayı kapılarda beklemekte olan makasçılara havale eden Petro örneğinde olmasa bile, bıyıkların uzunluğunun kaş genişliğini aşmaması ve sakalların çeneden aşağıya ancak iki parmak kadar sarkması gerektiği tesbit edildi. Din âlimi ve din görevlileri özel kıyafetlerini muhafaza etmekle beraber devlet hizmetinde yer alacak mülkî idare elemanları için Avrupaî bir kıyafet olarak ceket ve pantolon öngörüldü ve fes giyilmesi kabul edilerek geleneksel kıyafetlerden vazgeçildi. Askerler için benimsenen ve III. Selim zamanından beri bilinen üniformanın kabulünün ise müslüman Mısır’daki uygulamanın da gösterdiği gibi askerî anlamda görülen çağdaş hizmet ve alınan silâhlı eğitimle ilgili teknik bir zorunluluk olduğu açıktır. Çağdaş eğitimin ve savaşların eski geleneksel kıyafetler içinde yapılması söz konusu olamayacağı gibi, yeni orduların haberleşme ve savaş taktik ve hilelerinin uyarma vasıtası olan trampet ve borazanın da yerleşmesi kaçınılmaz olduğundan (Beydilli, İlmî Araştırmalar, sy. 8 [1999], s. 36) eski dönemi hatırlatması sakıncası yanında mehterhâneye bu bağlamda da artık yer kalmamıştı. Böylece bu müessese ortadan kaldırıldı. Bâbıâli mehterhanları odacı, mehterbaşı başodacı yapılarak bunların mağdur olmaları önlendi. Avrupaî kıyafeti içinde Rus çarından, Avusturya imparatoru veya Prusya kralından görünüş itibariyle başındaki fes istisna edilirse artık hiçbir farkı kalmayan, resimlerini devlet dairelerine, yurt dışındaki elçiliklerine astıran ve mehter müziği yerine acemice çalınan opera parçalarının bozuk tonlarıyla cuma selâmlıklarında dehşet saçan II. Mahmud’a Petro’ya “deli” diyen halkı gibi “gâvur padişah” denilmiş olması, milletlerin mukadderatını değiştiren büyük müceddidlerin ortak kaderi olsa gerektir.
II. Mahmud’un eski Türk süvariliğini zayıflattığı, bu bağlamda Türk eyerlerini ortadan kaldırarak yerlerine İngiliz tarzında düz Avrupa eyerlerini aldığı ve Türk süvarilerinin bunların üstünde eski maharetlerini gösteremedikleriyle ilgili tenkitler ise anlamsızdır. Avrupa süvari birliklerinin örnek alınması, bunların eğitimleri ve uzun çizmeli donanımlarına uygun sarkık üzengileri ve düz eyerlerinin, dolayısıyla eğri Türk kılıçları yerine düz ve uzun Avrupa kılıçlarının kabulü söz konusu olduğundan bu yönde yapılan eleştiriler (Slade, II, 210-211), işin teknik zaruretini kavramaktan uzak yüzeysel gözlemlerin ve duygusal yaklaşımların bir sonucudur.
II. Mahmud, saray ve hükümet teşkilât ve teşrifat usullerinde de önemli değişiklikler yapmıştır. Uzun zamandır sürekli oturulmayan Topkapı Sarayı’ndaki vazifeliler dağıtıldı. Eski teşrifat büyük ölçüde terkedildi. Padişah ağırlıklı olarak Beşiktaş’taki ahşap sahilsarayda kaldı. Gözlemcilerin tesbitleri doğrultusunda buradaki teşrifat ve gündelik hayatı sade ve gösterişten uzaktı. Burada huzura alınan Moltke veya Beylerbeyi sahilsarayında huzura çıkan Mülbach gibi Prusya zâbitlerinin ifadesiyle Hamburglu zengin bir tâcirin mâlikânesi buralardan daha gösterişli bir şekilde döşenmişti. Bu ise Ruslar’ın Edirne’ye kadar ilerleyecekleri 1828-1829 savaşı esnasında, bir yıldan fazla bir zaman için sade bir albay rütbesini almış olarak askerî üniformasıyla Râmi Kışlası’nda yatıp kalkan II. Mahmud’un sağlam ve sert karakterine uygun bir yaşam biçimiydi.
Hükümet işlerinin yeniden düzenlenmesi ve merkezîleşmenin ihtiyaçları için yeni idarî organlar ihdas edildi. Divan işlevini kaybetmiş olduğundan bağımsız iş görebilecek nâzırlıkların kurulması ve birtakım meclislerin oluşturulması gereği ortaya çıktı. II. Mahmud, Avrupa kabine usulüne yaklaşacak bir sistemi denedi. Hariciye, Dahiliye, Maliye, Evkaf nezâretleri ve nâzırlıkları gibi yeni isimleriyle mülkî idareyi çağdaş bir işleve büründürdü. Nâzırlardan birinin başvekil unvanıyla hükümet işlerini organize etmesiyle sadrazamlık makamı devrinin sonunda bir süre için tarihe karıştı (1838). Dağılan divan ve mutlak salâhiyeti haiz sadrazamlık makamının giderek ikinci plana atılması II. Mahmud’un reformları bizzat takip etmek istemesindeki azmini ifade eder. Bu anlamda reformların icrasını genelde Nizâm-ı Cedîd ricâline havale etmiş olan amcasının hatasını tekrarlamamış olduğu açıktır. Üyeleri mülkî ve askerî ricâl ve ulemânın önde gelenlerinden oluşan çeşitli meclisler (Dâr-ı Şûrâ-yı Bâbıâlî, Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, Meclis-i Has, Meclis-i Vükelâ, Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyye), matbuat, takvimhâne, karantina, posta gibi nâzırlıklar (müdürlükler), örneklemesi Avrupa’da olan ve gittikçe yoğunlaşan devlet işlerinin üstesinden gelinmesinin çağdaş bir çaresinden başka bir şey olmayan, ancak II. Mahmud devri uygulamalarına has kurumlardır.
Eğitim, bilhassa çağdaş devlete hizmet verebilecek düzeyde eğitilmiş insan kaynağındaki zafiyet, II. Mahmud’un eksikliğini en fazla duyduğu ve âcilen gidermeye çalıştığı bir konu olmuştur. 1821 Rum isyanında idam edilen veya görevlerine son verilen Dîvân-ı Hümâyun ve donanmadaki Rum tercümanların yerine müslümanlardan lisan bilenlerin tedarikinde yaşanan zorluk, XIX. yüzyılın ilk çeyreği sonunda üç kıtada hâlâ geniş toprakları bulunan bir imparatorluk için fevkalâde acı bir tecrübe olmuş olmalıdır. II. Mahmud dönemin hâkim dili olan Fransızca’nın öğrenilmesini Mustafa Reşid Paşa örneğinde olduğu gibi bizzat teşvik etti ve bunun için Bâbıâli’de bir tercüme odası açtırdı. Yurt dışına ilk defa olmak üzere öğrenci gönderdi ve bunların içinde yabancı dili ilerletenleri takip ederek ödüllendirdi. Kendisi yabancı dil bilmemekle beraber bu eksikliğin çocuklarında devam etmesini istemediği kesindir. Mühendishâne, Harbiye ve yeni açılan Tıphâne gibi kurumlarda Fransızca eğitim dili olarak ağırlık kazandı. 1820’lerden itibaren ihmal edilmiş olarak gayri müslim kâtipler elinde muattal kalan yurt dışındaki elçilikler yeniden işlerlik kazandı ve müslüman elçiler tayiniyle dil öğrenmek üzere gençlerin yetişmesine vesile olundu. Yabancı dil bilenlere karşı duyduğu hayranlığına, huzurunda imparatorun itimatnâmesini takdim ederek (15 Ekim 1822) güzel bir Türkçe ile nutkunu irat eden Avusturya elçisi Baron von Ottenfels’ten bunu özellikle rica etmiş olması ve protokol dışına çıkarak onunla Türkçe konuşması bir delildir (Krauter, s. 88-89). 1838’de rüşdiye mekteplerinin açılması planlandıysa da hayata geçirilemedi. Mekteb-i Maârif-i Adliyye ve Mekteb-i Ulûm-i Edebiyye adlarıyla açılan iki okul genelde memur ihtiyacını karşılayacak eğitim kurumları olarak düşünüldü, ancak geleneksel ders programlarıyla fazla başarı kaydetmeleri mümkün olmadı.
II. Mahmud mülkî idarede hizmet vermekte olan memurların yeni bir düzene sokulmasını, hiyerarşik yapılarının, haiz oldukları rütbe ve kademelerinin belirlenmesini sağladı; kötü bir uygulama olarak eskiden beri şikâyet konusu olan müsâdere usulünü kaldırdı. Müsâderât ve Mahlûlât kalemlerinin kapatılması, sürülmüş veya idam edilmiş kimselerin mallarına el konulması uygulamasından vazgeçildiğinin ilânı, hazinenin aleyhine olmakla beraber devlet hizmetlerinin hayat ve mal güvenliği içinde görülebilme ümidini vermesi bakımından faydalı bir girişim olmuştur. Uzun zamandan beri çökmüş olan timar sisteminin kaldırılması (1831) ve ilgililerin maaşa bağlanması, giderek sistemin değişmesine yol açacak olan önemli ve yeni kurulan askerî düzen içinde gerekli bir düzenlemedir.
II. Mahmud, müslüman ve gayri müslim farkı gözetmeden bütün halkın kucaklanması ve devlete ısındırılmasını özellikle Ruslar’ın Edirne’ye, Mısır kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar geldikleri son savaşların ortaya çıkardığı gerçekler karşısında hayatî bir zorunluluk olarak görmüştür. Balkanlar’ı geçen Ruslar’ın Bulgar halkı ve işgal ettikleri Doğu Anadolu’daki Ermeniler üzerindeki etkileri, bu savaşta ayrıca İstanbul halkının gayretsizliğini bizzat gözlemleyen ve şikâyetini dile getiren padişah için önemli bir uyarı oldu. Ancak kendisini endişeye düşüren ve yaralayan daha önemli bir gelişme, Mısır kuvvetlerinin Anadolu’daki ilerleyişine müslüman halkın gösterdiği sıcak yaklaşım olmuştur. İdarenin süratle iyileştirilmesi, halkın hoşnutsuzluğunun giderilmesinin çarelerine bakılması ve özellikle gayri müslimlerin devlete ısındırılması üzerinde hassasiyetle durmak zorunda kaldı. Aksaklıkların “ehl-i ırzın kendi kazanlarını kapılarının önüne koymaları” halinde giderileceği, dolayısıyla halkı da inisiyatif almaya davet eden sözleri, müslüman ve gayri müslim halk arasında bir hükümdar olarak fark gözetmediğini ifade etmesi bu anlamdadır. II. Mahmud, daha önceki devirlerde görülmeyen bir yoğunlukta sayıları binlerle ifade edilecek derecede kilisenin tamir edilmesine izin verdi. Ortaya çıkan Katolik Ermeniler’in müstakil bir cemaat olarak resmen tanınmasını (1830) ve bunlar için yeni kiliseler inşa edilmesini sağladı. Son savaşta Ruslar’la iş birliği içine giren Ermeni ve Bulgarlar’a karşı bağışlayıcı bir tutum sergiledi. Malî imkânlar ölçüsünde cami ve tekkelerin tamirine el attı. Uzun yıllardan beri ihmal edilmiş devlet binalarının onarımına, Rusya’ya ödenen ve devletin bir yıllık toplam gelirlerinin çok üstünde olan (400 milyon kuruş) ağır savaş tazminatının ve karşılanmasında zorluk çekilen devlet giderlerinin el verdiği derecede özen gösterdi. Ancak malî sahadaki zafiyet II. Mahmud devrinin en zayıf tarafıdır. Ağır bir hayat pahalılığı ve paranın değerindeki sürekli düşüş döneminin belirgin özelliğini teşkil etmiştir. Bilhassa ödeme birimi olan kuruşun gümüş içeriğinin on defa yapılan devalüasyon sonucunda % 80 oranlarında azalmış olması (Pamuk, s. 210 vd.), küçük maaşlarla yetinmek zorunda kalan kesimleri büyük bir sıkıntı içine düşürmüştür.
Kişiliği, Hastalığı ve Ölümü. II. Mahmud’un klasik eğitimi dışında devlet bilgisini ve reform zaruretini, rahat bir şehzadelik dönemi geçirmesini de sağlayan amcası III. Selim’den aldığı kabul edilir. Mûsiki ve hat sanatıyla ilgilenmiştir. Kendi eliyle yazdığı bir levha babası I. Abdülhamid’in türbesinde asılıdır. Onu görenler sağlam yapılı ve ilk dikkati çeken tarafının karşısındakini dikkatle inceleyen, uzun kirpiklerin çevrelediği iri siyah gözleriyle küçük ve zarif elleri olduğunu belirtirler.
Torunu II. Abdülhamid’de de gözlenen mevrus bir hususiyet olarak en küçük ayrıntıya kadar devlet işlerini bizzat takip eder. Siyasî belgeler ve yazışma evrakının anlaşılır dili ve yalın ifadesi üzerinde özellikle durur. Bâbıâli’ye verilen notaların yapılan tercümelerini anlatım ve satır aralarında gizlenen mânalar yönünden incelemeye tâbi tutar, diplomatik ifade yeteneğini geliştirmeye çalışır ve yabancı devletlere verilecek bazı önemli resmî belgeleri bizzat kaleme alır (Münch, s. 220). Güzel ifade ve yazma (selîka) konusundaki hassasiyetinin, kendisine takdim edilmek üzere hazırlanan evrakı kaleme alan genç Mustafa Reşid’i keşfetmesinde önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Kendisi ve yaptıkları hakkında yabancı basında çıkanları takip eder, bunlardan istifade etmeye çalışır; özellikle Mehmed Ali Paşa’nın bol para sarfederk basın yoluyla oluşturduğu karşı propagandasına aynı silâhı kullanıp cevap vermeye çalışır. Bu anlamda yabancı basını takip edecek bir kalem oluşturan babasının yolunu izler; ancak basını ve kamuoyunu siyasî bir unsur olarak görmesi ve önemsemesi açısından kendinden önceki hükümdarların çok üstünde bilinçli bir yer işgal eder. II. Abdülhamid’in de bu konuda büyük ölçüde dedesini örnek aldığı açıktır.
Dirayetli, azimli ve çalışkandır; henüz daha ölümden yeni dönmüş olarak Alemdar Mustafa Paşa’ya ilk emirlerini verdiği andaki davranışından da anlaşılacağı üzere gayet soğukkanlıdır. Şahsî kızgınlıklarını affedecek kadar âlicenap olmakla beraber devlete karşı işlenen suçları asla bağışlamaz. İleride fırsat çıktığında ortadan kaldırmak üzere bu gibiler için ilk günden itibaren bir liste tutmuş olması ve bunu zamanı gelince çıkarıp kullanması (Rosen, I, 19) bunun bir göstergesidir. Hâfızası, birkaç ay önce okuduğu telhislerdeki olayı ve bununla ilgili adı geçen şahısları daha sonra hatırlayacak kadar kuvvetliydi (Beydilli, II. Mahmud Devrinde Katolik Ermeni Cemâati, s. 6).
Saltanatı boyunca devletin ayakta kalması mücadelesi veren ve son on üç yıllık dönemini ağır iç ve dış meselelere rağmen yoğun reformlarla geçiren II. Mahmud, devleti ihya etmek üzere yüzyılda bir gelen bir “müceddid” olarak (ashâb-ı mie) tebcil edilmiş (Şirvanlı Fâtih Efendi, s. XLI) ve halk arasında velâyetine dair söylentiler çıkmıştır (Câbî Ömer Efendi, I, 604-605). “Gāile-i saltanattan usandım” diyecek kadar yoğun bir mücadeleyle geçen ömrü ve bunun neticesi olarak son yıllarda aşırı derecede kullanmaya başladığı içki kendisini kısa zamanda ölümcül sağlık sorunlarıyla karşı karşıya bırakmıştır (Akyıldız, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 4 [2001], s. 52 vd.). Duyulmaması için saklanan ve yerli doktorların tedavisine bırakılan hastalığına baştan itibaren isabetli bir teşhis konulamadığı ve Avrupa’dan getirtilen doktorların müdahalesinin geç kaldığı anlaşılır. Durumunun ağırlaşması üzerine hava değişimi için Çamlıca’daki sayfiyeye nakledilmiş, kamuoyu ise sıhhatinin iyi olduğu haberleriyle oyalanmıştır. 26 Haziran’da, yanında bulunan oğlu Abdülmecid ve o sırada otuz dört yaşında olan eşi Bezmiâlem Sultan, damadı Halil Paşa ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye reisi Hüsrev Paşa ile vedalaştıktan ve oğluna devlet işleri ve reformların takibiyle ilgili vasiyette bulunduktan sonra ağırlaşmış ve 28 Haziran’da vefat etmiştir (Münch, s. 215). Ölümü yeniçerilik zihniyetinin harekete geçebileceği, huzursuzluk ve hatta ayaklanmalara yol açabileceği endişesiyle şehirde askerî ve inzibatî tedbirler alınması için 30 Haziran’a kadar gizlenmiştir. 1 Temmuz’da cenazesi Topkapı Sarayı’na getirilmiştir. İkindi vakti yapılan cenaze merasimi endişelerin ne kadar yersiz olduğunu gözler önüne sermiştir. Resmî merasim, müslüman ve gayri müslim geniş halk kitlelerinin katıldığı bir cenaze alayına dönüşmüştür (Akyıldız, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 4 [2001], s. 69-70). Vasiyeti üzerine bugün Türbe diye bilinen ve önünden geçen yola hâtırasını taciz edecek bir duyarsızlıkla Yeniçeriler caddesi adı verilmiş olan mahalde medfundur. II. Mahmud’un bilinen zevcelerinin sayısı on yedidir. Otuz altı çocuğu olmuşsa da bunların büyük kısmını küçük yaşlarda kaybetmiştir. Öldüğünde geride ikisi erkek (Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz), dördü kız (Sâliha, Atıyye, Hatice, Âdile) olmak üzere altı çocuk bırakmıştır.
II. Mahmud’un oğlu ve Abdülmecid’in kardeşi olup annesi Pertevniyal Vâlide Sultan’dır. 7-8 Şubat 1830 gecesi doğdu. Kardeşi Abdülmecid’in saltanatı süresince oldukça serbest bir hayat yaşadı ve itinalı bir eğitim gördü. Akşehirli Hasan Fehmi Efendi’den Arap dili ve edebiyatı ile şer‘î ilimleri tahsil etti. Neyzen ve bestekâr Yûsuf Paşa’dan mûsiki dersleri aldı. Aynı zamanda sporla da ilgilendi ve Kurbağalıdere’deki köşkünde ava gitmek, güreşmek, yüzmek ve cirit atmak gibi faaliyetlerle meşgul oldu. Kardeşinin aksine içki ve sefahatten hoşlanmayan ve sade bir hayat yaşayan Abdülaziz, veliahtlığındaki bu mazbut haliyle halkın sevgisini kazandı. Güçlü, sağlıklı ve gösterişli yapısı, halkın kendisine duyduğu güveni arttırıyordu. Abdülmecid’in taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden huzursuz olanlar, onu müstakbel bir Yavuz gibi görmekte ve saltanata geçmesini beklemekte idiler. Abdülmecid’in son yıllardaki sefahatinden ve israfından memnun olmayan yenilik taraftarları bile Abdülaziz’in, kardeşinin ölümü üzerine 25 Haziran 1861’de tahta çıkışını memnuniyetle karşıladılar. Avrupa âdetlerinden hoşlanmayan Abdülaziz’e, Avrupa taklitçiliğinden uzak duracak ve imparatorluğu kurtaracak yegâne kişi gözüyle bakılıyordu.
Abdülaziz’in tahta çıktığı günlerde Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Malî buhran son haddine varmış, Karadağ isyanı savaşa dönüşecek bir hal almıştı. Hersek eyaleti de büyük bir karışıklık içindeydi. Avrupa devletleri bunları bahane ederek müdahalelerini arttırıyor ve aracılık teklifinde bulunuyorlardı. Abdülaziz’in Tanzimat’tan vazgeçmesinden endişe eden büyük devletler daha da ileri gitmek eğiliminde idiler. Abdülaziz, tahta çıktıktan birkaç gün sonra bu endişeleri gidermek için bir ferman neşretti. Sadrazama hitaben yazılan bu ferman Bâbıâli’de törenle okundu. Padişah, fermanında, Tanzimat’a devam etmek istediğini ve buna bir delil olmak üzere eski hükümeti aynen iş başında bıraktığını bildiriyor, bilhassa devletin malî itibarının iadesi, ırk ve mezhep farkı gözetilmeksizin bütün tebaanın adlî eşitlikten faydalanması gereğini dile getiriyordu. Bu ferman, Batılı büyük devletlerin Tanzimat konusundaki endişelerini kısmen de olsa ortadan kaldırdı.
Karşılaşılan en büyük güçlük malî sıkıntı olduğu için, Abdülaziz hükümetten, önce bu konunun ele alınmasını istedi. Kendisi de aynı gaye ile ilk zamanlarında tahsisatının ve saray masraflarının azaltılmasına razı oldu. Tek hanımla yetineceğini, harem kurmayacağını da vaad etti. Bu vaadlerine uyarak sarayda bol maaş alan gereksiz memurları uzaklaştırdı. Altın, gümüş ve diğer kıymetli eşyanın sarayda kullanılmasını yasakladı. Hassa hazinesinin gelirinden üçte birini devlet hazinesine bırakacağını ilân etti. Siyasî mahkûmlar için genel af çıkardı. Rüşvet ve irtikâp işine karışanları cezalandırdı. Nezâretlerde ve özellikle Serasker Kapısı’ndaki memurlarda da azaltmaya gitti. Alınan bu tedbirlerle devletin malî durumu biraz düzeldi.
Abdülaziz, Fuad Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirdiği Yûsuf Kâmil Paşa’nın teşvikiyle 3 Nisan 1863 tarihinde Mısır’a bir seyahat yaptı. Burada büyük bir tezahüratla karşılandı. Padişah, Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanından beri âdeta ayrı bir devlet halini almaya başlayan bu Osmanlı vilâyetine gitmekle Mısırlılar’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını kuvvetlendirmeyi amaçlıyordu. Mısır Valisi İsmâil Paşa, tertiplediği muhteşem eğlence âlemleriyle padişahın gözüne girmeyi başardı. Daha sonraki tarihlerde Mısır’ın Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını kolaylaştıracak imtiyazları koparmak için uygun ortamı sağlamış oldu. Diğer taraftan, Abdülaziz’in sefahat ve israfa düşmesinde Mısır’daki bu eğlence âlemlerinin de büyük rolü olduğu ileri sürülmektedir. 28 Mayıs 1866’da Mısır verâset usulünün değişmesini sağlayan İsmâil Paşa, 2 Haziran 1866’da padişahtan “hidiv” unvanını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esasını da kabul ettirdi. Hatta daha da ileri giderek padişahtan izin almadan dışarıdan borç para temin etme, harp gemisi satın alma ve Süveyş Kanalı’nın açılışına kendi adına yabancı devlet adamlarını davet etme gibi bağımsız davranışlara kalkıştı ise de Âlî Paşa’nın gayretleriyle buna engel olundu.
Bu sırada karşılaşılan ikinci önemli mesele, dış müdahalelerin artmasına yol açan iç ayaklanmalardı. Tanzimat ve Islahat fermanları ile kendilerine tanınan haklardan memnun olmayan gayri müslim tebaanın ayrılıkçı faaliyetleri gittikçe artmakta idi. Büyük devletler, Osmanlı Devleti üzerindeki emellerine ulaşmak için bunları vesile sayıyor ve Bâbıâli’ye karşı müdahalelerini arttırıyorlardı. Rusya’nın Balkanlar’da yaşayan Slavlar’ı kışkırtması sonucu çıkan olaylar giderek diğer devletlerin müdahalesine de yol açtı. Batılı devletlerin tahrikiyle Lübnan’da Dürzîler’le Mârûnîler arasında yeniden kanlı mücadeleler başladı. Bütün bu olaylarla sarsılmış olan devlet otoritesini kuvvetlendirmek için yoğun çaba harcandı. Bağımsızlık için 1862’de Karadağ’da çıkan ayaklanma bastırıldı. Fakat benzer olayları önlemek için alınan tedbirlere Rusya ve Fransa karşı çıktığından 1864’te bunlardan vazgeçildi. Bu durum, kısa süre sonra Sırbistan, Romanya ve Girit’te de yeni olayların çıkmasına sebep oldu. Fransa ve Rusya tarafından da olaylar desteklenmekte idi.
Fransa İmparatoru III. Napolyon, Milletlerarası Paris Sanayi Sergisi’nin açılışı münasebetiyle Sultan Abdülaziz’i Fransa’ya davet etti. Bu vesile ile genel barışı kuvvetlendirecek fikir alışverişinde bulunulabileceğini de İstanbul’daki elçisi vasıtasıyla bildirdi. Bu sırada İngiliz Kraliçesi Victoria da padişahı Londra’ya davet edince Abdülaziz her iki daveti de kabul ederek 21 Haziran 1867 tarihinde Avrupa seyahatine çıktı. Böylece Osmanlı tarihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan yegâne padişah ve hıristiyan dünyasına dost olarak giden ilk halife Abdülaziz oldu. Fransa ve İngiltere’yi ziyaret eden, bu arada Belçika, Prusya ve Avusturya’ya da uğrayan padişah 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a döndü.
Abdülaziz’in bu gezisi genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa ile olan ilişkiler iyi bir duruma girdi. Ancak Batılı devletlerin destek ve himayesine güvenen isyancılarla yapılan uzun mücadele ve müzakereler sonunda Romanya’da Karol’un prensliği tanındı; Sırbistan kalelerinden Türk ordusunun çekilmesi de kabul edildi (1867). Girit’in Yunanistan’a ilhakı ise reddedildi. Âlî Paşa’nın gayretleriyle Girit’i özel bir yönetime kavuşturan nizamnâme neşredildi (1867). Ruslar’ın tesiriyle Rum Ortodoks kilisesinden ayrılmak isteyen Bulgarlar’ın arzusu kabul edilerek 1870’te bağımsız Bulgar kilisesinin kurulmasına izin verildi. Böylece Bulgarlar’ın muhtariyet yönünde bir adım daha atmalarına zemin hazırlanmış oldu.
Avrupa’da meydana gelen siyasî gelişmeler, bilhassa Fransa’nın Almanya karşısında yenilgiye uğraması Osmanlı Devleti’ni de etkiledi. Bu şekilde Bâbıâli, reform programının uygulanışında en büyük destekçisi olan Fransa’yı kaybettiği gibi, Rusya da 1856 tarihli Paris Muahedesi’nin kendisini bağlayan hükümlerini tanımadığını ilân etti (1871). Böylece Osmanlı Devleti için Rus tehlikesi yeniden kendini gösterdi; Rusya Balkan milletleri üzerindeki tahriklerini yoğunlaştırdı. Muhtariyet ve istiklâl yönünde ilk hareket 1875’te önce Hersek’te başladı, sonra Bosna’ya yayıldı. İsyancıları Rusya, Sırbistan ve Karadağ destekliyordu. Rusya’nın Balkanlar’ı ele geçirmesini istemeyen Avusturya Başvekili Kont Andraşi’nin hazırladığı ıslahat projesi, isyanın 1876’da Bulgaristan’a da sıçramasına engel olamadı. Bu sırada Selânik’te çıkan bir olayda iki konsolosun öldürülmesi Batılı devletleri harekete geçirdi. Batılı devletler “Berlin Memorandumu” denilen muhtırayı Bâbıâli’ye vermeyi kararlaştırdılar. Ancak muhtıra verilmeden Abdülaziz tahttan indirildi.
Abdülaziz’in, böylesine yoğun dış meselelerle geçen saltanatı döneminde iç meselelerin halledilmesinde de pek başarılı olduğu söylenemez. Islahat ve kalkınma alanlarında yapılan işler, daha çok sadrazamlığa getirdiği kişilere göre değerlendirilmelidir. Bu bakımdan Abdülaziz devri iki döneme ayrılabilir. Tahta çıkmasından 1871’de Âlî Paşa’nın ölümüne kadar olan birinci dönemde yönetim Âlî ve Fuad paşaların elinde kaldı. Birinci dönem, Tanzimat ve Islahat’ın devamı, yeni bazı müesseseler kurulması ve oldukça başarılı bir dış politika uygulanmasıyla geçti. Âlî Paşa’nın vefatından padişahın tahttan indirildiği 1876’ya kadar devam eden ikinci dönemde idarede daha çok Mahmud Nedim ve Midhat paşalar söz sahibi oldular.
Abdülaziz Osmanlı Devleti’nin devamını, Rusya’ya karşı kuvvetli bir askerî güce sahip olmakta görüyordu. Bu sebeple saltanatı süresince kendi tahsisatından ve borçlanmalarla düzenlenen devlet bütçesinden milyonlarca lirayı bu uğurda harcadı. Avrupa’dan pek çok yeni model silâh satın aldı. Satın alınan büyük çaplı toplarla Boğazlar ve sınır boylarındaki kaleler tahkim edildi, tophâne modernleştirildi. Prusya’dan uzman subaylar getirtilerek Mekteb-i Harbiyye yeniden düzenlendi (1866). Askerî kanunlar günün şartlarına göre yeniden ele alındı (1869). Askerî rüşdiyeler açıldı. Taşkışla, Gümüşsuyu Kışlası, Taksim Kışlası gibi yeni kışlalar inşa edildi. Bugün İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan bina da Harbiye Nezâreti olarak Abdülaziz tarafından yaptırıldı. Abdülaziz denizciliğe de büyük önem verdi. İngiltere ve Fransa ayarında bir donanmaya sahip olabilmek için bütçe gücünün üstünde paralar harcadı. Tersaneler ıslah edildi. Yerli tersanelerde yapılması mümkün olmayan zırhlı gemiler dışarıdan satın alındı. Deniz subayı yetiştirmek üzere İngiliz Hubart Paşa Mekteb-i Bahriyye’ye tayin edildi. Bahriye Nezâreti kuruldu. Böylece padişahın merak ve hevesiyle meydana gelen Türk deniz kuvveti dünyada üçüncü sırayı aldı. Abdülaziz’in saltanatı sonunda deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi korvet ve kırk üç nakliye gemisinden oluşmaktaydı.
Abdülaziz döneminde ulaşım ve haberleşme alanında da önemli ilerlemeler kaydedildi. Toplam 452 kilometre olan demiryolu şebekesi onun zamanında 1344 kilometreye çıktı. İstanbul’u Paris’e bağlayacak olan 2000 kilometrelik demiryolu imtiyazı Avusturyalı Baron Hirsch’e verildi. Bu hattın saray bahçesinden geçmesi çeşitli itirazlara sebep olduysa da Abdülaziz, “Demiryolu geçsin de isterse sırtımdan geçsin” diyerek konuya verdiği önemi gösterdi. Bu yolun Sofya’ya kadar olan kısmı 1874’te işletmeye açıldı. Diğer taraftan bütçenin elverdiği oranda devlet eliyle de demiryolu inşasına başlandı. Bunlardan ilki olan 99 kilometrelik Haydarpaşa-İzmit hattı 1873’te açıldı. Anadolu’da yabancıların yaptıklarıyla birlikte demiryolu uzunluğu bu dönemde 329 kilometreye çıktı. 1862’de de mevcut karayollarının tamiriyle yenilerinin yapılması işi ele alındı. 1863’te Niş, Bosna ve Vidin’de yeni yollar açıldı. Anadolu’da da Amasya, Samsun ve Kastamonu’da yeni yollar yapıldı. Fakat yabancı sermayenin kara yoluna ilgi göstermemesi ve bütçe imkânlarının da kısıtlı oluşu, bu işin planlı ve süratli bir şekilde ele alınmasını engelledi. Diğer yönden, üzerinde en çok durulan ve başarılan bir başka iş de telgraf şebekesinin bütün vilâyetlere yaygınlaştırılması çalışmalarıdır. Abdülmecid zamanında başlamış olan telgrafçılık gittikçe gelişerek 1864’te 76 merkez faaliyete geçirilmiştir. Abdülaziz’in saltanatı sonunda ise kazalara varıncaya kadar bütün imparatorluk telgraf şebekesi ile birbirine bağlanmıştı. Tuna ve Dicle’de gemi işletilmesi teşebbüsüne de Sultan Aziz zamanında başlanmıştır. Yine bu dönemde İstanbul, Köstence, Varna limanlarıyla İzmir rıhtımının inşası yabancı şirketlere ihale edildi. İdâre-i Azîziyye adı ile bir “seyrüsefâin idaresi” kurulduğu gibi, Boğaziçi’nde gemi çalıştırmak üzere Şirket-i Hayriyye’ye imtiyaz verildi. Bir yabancı şirkete ihale edilen Galata Tüneli 1874’te işletmeye açıldı. Aynı yıl bir Macar uzmana İstanbul’da itfaiye teşkilâtı kurduruldu.
Abdülaziz’in saltanatı süresince millî eğitim alanında da önemli gelişmeler oldu. 1862’de, devlet dairelerine kâtip yetiştirmek üzere, rüşdiyeyi bitirenlerin gidebileceği Mekteb-i Mahrec-i Aklâm kuruldu; bu mektep 1874’e kadar faaliyetini sürdürdü. 1864’te bir dil okulu açıldı. 1858’de kurulan İnâs Rüşdiyesi 1861’de faaliyete geçti. 1867’den itibaren hıristiyan çocukları da Türkçe imtihanını vermek şartıyla rüşdiyelere alınmaya başlandı. Fransa’nın 1867’de verdiği bir nota ve sürekli ısrarları sonucu 1868’de, tamamen Fransız eğitim sistemine göre öğretim yapan Mekteb-i Sultânî (Galatasaray Lisesi) açıldı. Bu okulda müslüman ve gayri müslim çocukları karışık olarak okuyacaklar, eğitim Fransızca, yönetim de Fransızlar’ın elinde olacaktı. 1869’da Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi neşredilerek maarif teşkilâtı yeniden düzenlendi. İlk öğretim mecburiyeti getirildi. Millî eğitim hizmetlerinin bir devlet görevi olduğu kabul edildi. Dinî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli tahsil kademeleri teşkilâtını kurmak ve yürütmek üzere, maarif nâzırının başkanlığında bir Meclis-i Kebîr-i Maârif kuruldu. 1870’te bu nizamnâmenin bütün vilâyetlerde uygulanması için yönetmelik hazırlandı. Aynı yıl telif ve tercüme nizamnâmesi neşredildi. 1870’te Dârülmuallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu açıldı. 1867’deki Fransız notasında açılması tavsiye edilen dârülfünun, bu tarihten iki yıl sonra neşredilen Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde yer almıştır. Uzunca süren çalışmalardan sonra ilk üniversite olan Dârülfünûn-ı Osmânî, Çemberlitaş’ta yeni inşa ettirilen binada (bugünkü Basın Müzesi) 8 Şubat 1870’te resmen açıldı. Fakat 1871 yılı sonuna doğru yine Abdülaziz tarafından kapatıldı. Cevdet Paşa’nın maarif nâzırlığı zamanında 1874’te Mekteb-i Sultânî binasında dârülfünun tekrar faaliyete başladı.
Abdülaziz devrinde teknik ve meslekî eğitimde de ileri adımlar atıldı. Midhat Paşa Niş valisi iken 1860’ta orada ilk defa bir sanat okulu kurdu. Kimsesiz ve yetim çocukların alındığı bu okula “ıslahhâne” adı verildi. 1864’te Sofya ve Rusçuk’ta da ıslahhâneler açıldı. Aynı yıl İstanbul’da Maarif Nezâreti’nin idaresinde bir sanayi sergisi tertiplendi ve bu vesileyle bir de sanayi ıslah komisyonu kuruldu. Yerli malların Avrupa mallarıyla rekabet edebilmesi için yeterli bilgiye sahip eleman yetiştirmek amacıyla Sultanahmet’te bir sanayi mektebi açılmasına karar verildi. Burada çeşitli meslekler öğretildi. 1869’da kız sanayi mektebi, ertesi yıl Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriyye içinde sivil kaptan mektebi açıldı. 1865’te Yûsuf Ziyâ Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve Tevfik Paşa tarafından kurulan ve Kapalı Çarşı esnafının çıraklarına serbest dersler vermeye başlayan Cem‘iyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye’nin fazla rağbet görmesi üzerine, cemiyet üyeleri yalnız yetim müslüman çocukların okutulması için Dârüşşafaka’nın kurulmasına karar verdiler. Başta Abdülaziz olmak üzere devlet büyükleri, Mısır hidivi ve bazı kuruluşların verdiği otuz beş bin altın ile mektebin inşasına başlandı. 1873’te lise derecesinde eğitime başlayan bu müessese de böylece memlekete kazandırılmış oldu. Damad Ahmed Fethi Paşa’nın gayretleriyle 1847’de kurulmuş olan ilk müze, 1869’da Müze-i Hümâyun adıyla geliştirildi. Osmanlı ülkesinde eski eser araştırmaları Maarif Nezâreti’nin iznine bağlandı. Yapılacak kazılardan çıkacak eşyanın üçte biri memlekete ait olacaktı. 1866’da Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne adı ile ilk sivil tıp okulu açıldı ve Askerî Tıbbiye binasında ayrı bir dershanede öğretime başladı. 1867’de de eczacılık mektebi açıldı.
Abdülaziz zamanında idarî ve hukukî alanda da önemli adımlar atıldı. Maddelerinin çoğu Fransız sisteminden alınan idarî teşkilât kanunu, önce Midhat Paşa tarafından Tuna vilâyetinde uygulandı. Aksayan yanları düzeltilerek 1864’te ilk vilâyet kanunu çıkarıldı. Bu tarihe kadar Osmanlılar’da uygulanan eyalet teşkilâtı terkedilerek vilâyet sistemine geçildi. Bu mülkî taksimatın her bir derecesinde, üyelerinin çoğu seçimle tayin edilen bir meclis ve şer‘iyye mahkemelerinin yanı sıra görev yapacak yeni mahkemeler kuruldu (bk. NİZÂMİYE MAHKEMELERİ). Kanunun esas hükümlerine göre halk, vilâyetlerdeki meclislere üye seçmek suretiyle vasıtalı da olsa yönetime katıldı. 1868’de Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, Şûrâ-yı Devlet ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye olmak üzere ikiye ayrıldı. Böylece bu meclis bünyesindeki idarî ve adlî işler birbirinden tamamen ayrılmış oldu. Bu arada padişahın bazı yetkileri de daraltıldı. Bu, Osmanlı Devleti’nde meşrutiyete doğru atılmış önemli bir adımdı. Vilâyet meclislerinden gelen üyelerle âdeta bir temsilciler meclisi hüviyeti verilmek istenen Şûrâ-yı Devlet’e eski Meclis-i Vâlâ âzaları da katılacaktı. Şûrâ-yı Devlet, yasama yetkisinin yanı sıra bütçenin hazırlanması ile de görevli idi. Meclis, 10 Mayıs 1868 günü padişahın yaptığı bir konuşma ile açıldı. Abdülaziz konuşmasında, hangi milletten olursa olsun söz sahibi olanların bu meclise katılmalarını ve devlet yöneticilerine yardımcı olmalarını arzu ettiğini belirterek, yeni teşkilâtın yürütme kuvvetiyle yargı kuvvetini birbirinden ayırma esasına dayandığını söyledi. Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye ise bir yüksek mahkeme niteliği taşıyordu. Müslüman ve gayri müslim üyelerden oluşuyor ve teşkilât yönünden iki kısma ayrılıyordu. Bunlardan ilki, şer‘î mahkemelerin dışında kurulan nizamiye mahkemelerinin ceza ve hukuk davaları ilâmlarını temyizle görevli temyiz mahkemesi, diğeri ise istînaf mahkemesi idi. Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye kararlarına hiçbir suretle müdahale edilemez ve mahkeme kararı olmadan üyeleri değiştirilemezdi. Bu suretle yürütme kuvveti karşısında yargı kuvvetinin bağımsızlığı güçlendirilmiş oluyordu (bk. DÎVÂN-ı AHKÂM-ı ADLİYYE).
Öte yandan Tanzimat’tan beri yürütülen Batı usulünde kanunlaştırma faaliyetleri bu dönemde de devam etti. Osmanlı Medenî Kanunu’na hazırlık olmak üzere, Fransız elçisinin tavsiyesiyle kurulan bir komisyon Fransız Medenî Kanunu’nun (Code civil) tercümesine başladı. Buna karşı çıkan Cevdet Paşa’nın teklifi üzerine, fıkıh kitaplarından faydalanmak suretiyle muamelâta dair ve zamanın icaplarına uygun bir kanun hazırlamak için Mecelle Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyetin on yıl süren çalışmaları sonunda medenî kanun vazifesi görecek olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye hazırlandı (bk. MECELLE-i AHKÂM-ı ADLİYYE).
Abdülaziz devrinde yapılan diğer bir yenilik de yabancılara mülk edinme hakkının tanınmış olmasıdır. 1856 tarihli Islahat Fermanı’nda temas edilen bu mesele, Batılı devletlerin uzun süren baskıları sonunda, 10 Haziran 1868’de beş maddelik bir kanunla halledildi. Buna göre yabancılar, Hicaz bölgesi hariç, Osmanlı ülkesinde mülk edinme hakkını elde ediyorlardı. Yine Batılı sermayedarların en çok şikâyet ettikleri “evkafın mülke tahvili” konusu da 1873’te çıkan bir irade ile çözüme kavuşturuldu. Böylece vakıf mallarının yabancılara satılmasını engelleyen eski kanun ortadan kaldırılmış oldu.
Abdülaziz döneminde bankacılık alanında da önemli adımlar atıldı. Midhat Paşa’nın ziraî kredileri teşkilâtlandırmak ve çiftçiyi desteklemek amacıyla 1863’te Niş’te başlattığı çalışmalar sonunda, 1867’de “memleket sandıkları”, yine onun gayretleriyle 1868’de Emniyet Sandığı kuruldu. Ayrıca, Fransız ve İngiliz ortak grubuna 1863’te Bank-i Osmânî-yi Şâhâne (Osmanlı Bankası) adıyla bir banka kurulmasına izin verildi. Bir ticaret bankası olarak kurulan bu yabancı sermayeli bankaya daha sonra banknot çıkarma yetkisi de verildi. 1930 yılına kadar Türkiye’de Merkez Bankası’nın görevini bu banka yaptı.
Sultan Abdülaziz zamanında birbiri arkasına yapılan bu yeniliklerin birçoğu Batılı devletlerin baskıları sonucu gerçekleştirilmiştir. Ancak bunları yetersiz gören bazı Türk aydınları bir muhalefet cephesi oluşturdu. Bu cephenin hükümetin icraatına karşı başlattığı tenkitler, bu sırada oldukça gelişen basına da yansıdığı için, ilk sansür nizamnâmesi sayılan Kararnâme-i Âlî neşredildi (5 Mart 1867). Bunun üzerine başta Ziyâ Paşa, Nâmık Kemal ve Ali Suâvi olmak üzere devrin bazı aydınları Avrupa’ya kaçarak faaliyetlerini orada sürdürdüler. Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa’nın desteklediği bu aydınlar Yeni Osmanlılar adı ile tanındı.
Abdülaziz devrinde pek çok önemli yapı inşa edildi. Bunların başında Çırağan Sarayı gelmektedir. Avrupa’daki emsallerinden üstün olan bu saray dört milyon Osmanlı altınına mal olmuştur. Beylerbeyi Sarayı da yine bu devirde yapılmıştır. Bunlardan başka Kâğıthane Kasrı tamir edildiği gibi, Çekmece ve İzmit av köşkleri de yine bu dönemde inşa ettirilmiştir. Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Vâlide Sultan tarafından yaptırılan Aksaray’daki Vâlide Camii 1871’de tamamlandı. Kasımpaşa’da bir yangın sonucu harap olan Câmi-i Kebîr de yine Abdülaziz tarafından iki minareli olarak yeniden yaptırıldı.
Abdülaziz zamanında borçlar 200 milyon altına ulaşmıştı. Bir yılda borç ve faiz olarak ödenen miktar ise on dört milyon altına çıktı. O sıralarda Osmanlı Devleti’nin takip ettiği malî politika, borcu borçla ödemek ve bütçe açığını yeni borçlarla kapatmaktı. Dışarıdan borç alma imkânı olmadığı durumlarda da Galata sarraflarından yüksek faizlerle borç alma yoluna gidiliyordu. Bu malî politika, sonunda devleti iflâsın eşiğine getirdi.
1875 yılı bütçesinde beş milyon altın lira açık vardı ve artık iç ve dış borçlanma imkânı da kalmamıştı. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, Rus elçisi General Ignatiyef’in tavsiyesine uyarak, bütün Avrupa’nın hışmını Osmanlı Devleti üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875 tarihli bir kararla, devletin borç taksidi ve faiz olarak ödediği yıllık on dört milyon liranın yarısının beş yıl için kesileceği, buna karşılık yüzde beş faizli “esham” verileceği ilân edildi. Bu eshama gümrük, tuz, tütün gelirleriyle Mısır vergisi karşılık gösterilmişti. Hükümet bu yedi milyonun beş milyonu ile bütçe açığını kapatacak, iki milyonu ile de Rumeli’deki askerî harekât masraflarını karşılayacaktı.
Karar içte ve dışta büyük yankı uyandırdı. Avrupa’da, ellerinde Osmanlı tahvili bulunanlar Türk elçilikleri önünde gösterilere başladılar. Avrupa gazetelerinde Türkler aleyhine ağır yazılar çıktı. Bu durum devletin itibarını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlılar’a düşman yaptı. Esasen Rus elçisinin amacı da buydu. Diğer taraftan Hersek’te gelişen olaylar Avrupa devletlerini yeni kararlara itti. Devlet adamları arasındaki mücadele de günden güne artmaktaydı.
Midhat ve Hüseyin Avni paşalar Abdülaziz’i hem devlet için, hem de kendileri için zararlı gördüklerinden düşmanca bir tavır içinde idiler. Bu arada İstanbul medreselerindeki talebeleri de el altından kışkırtıyorlardı. 10 Mayıs 1876 günü Fatih, Bayezid ve Süleymaniye medreseleri talebeleri dersleri boykot ederek gösterilere başladılar. Bunlara Şirvânîzâde Ahmed Hulûsi ve Gürcü Şerif Efendi gibi üst rütbede bazı âlimler de katıldı. Harekât planı, bu sırada görevinden azledilmiş bulunan Midhat Paşa’nın Topkapı dışındaki konağında yapılmıştı. Midhat Paşa, talebelere verilmek üzere para da göndermişti. Nümayişçiler Yıldız Sarayı’nın önüne kadar gelerek şeyhülislâm ile sadrazamın azledilmesini istediler. Abdülaziz 12 Mayıs cuma günü, sadrazamlığa Mütercim Rüşdü Paşa’yı, şeyhülislâmlığa Hasan Hayrullah Efendi’yi, seraskerliğe de Hüseyin Avni Paşa’yı tayin ettiğini, Midhat Paşa’nın da Meclis-i Vükelâ üyeliğine memur edildiğini ilân etti. Böylece talebenin gösterisi son buldu.
Mütercim Rüşdü, Midhat ve Hüseyin Avni paşalarla Hasan Hayrullah Efendi ekibi iş başına geldikten sonra planlarının ikinci safhasını, yani Abdülaziz’in hal‘ini ele aldılar. İşe devrin anlayışına göre şeriata uygun bir şekil vermek gerekiyordu. Bunun için Fetva Emini Kara Halil Efendi, şeyhülislâm vasıtasıyla Midhat Paşa’nın konağına davet edildi. Midhat Paşa kendisine, “Padişah mülk ve milleti tahrip ve müslüman beytülmâlini israf etti. Halkın halini ıslah için tahttan indirilmesi düşünülüyor. Buna şer‘an cevaz var mıdır?” diye sordu. Kara Halil Efendi de, “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” dedi. Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa’nın, Dolmabahçe Sarayı’nı askerle sarıp veliaht Murad Efendi’yi alarak Serasker Kapısı’na getirmesine ve orada Murad’a biat edilip Abdülaziz’in hal‘edilmesine karar verildi. Olayların yatıştığını zanneden Abdülaziz ise bütün bu olup bitenlerden habersizdi.
Hal‘ kararının uygulanması, Hüseyin Avni Paşa’nın Paşalimanı’ndaki yalısında toplanan kumandanlar arasında 26 Mayıs 1876 günü tekrar gözden geçirildi. Tarih olarak 31 Mayıs kararlaştırıldı; fakat beklenmedik bazı olaylar yüzünden 30 Mayıs’a alındı. Sultan Abdülaziz önce Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirildi. Burada kendisine III. Selim’in dairesinin ayrılmış olduğunu görünce müteessir oldu. “Beni de amcam Sultan Selim gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Üstelik dairede oturacak yer yoktu. Kendisinin ve çocuklarının o sırada yağan yağmurdan sırılsıklam olmuş bir halde ortada kalması, eski hükümdarı büsbütün incitmişti. Bir müddet sonra hazırlanan odaya geçince de Sultan Murad’a bir mektup yazdı ve kendi isteğiyle Fer‘iye Sarayı’na nakledildi (1 Haziran 1876). Fakat 4 Haziran 1876 günü odasında bilek damarları kesilmiş bir vaziyette bulundu.
Devlet ricâlinden olay yerine ilk önce serasker Hüseyin Avni Paşa geldi ve ilk işi hâlâ bağrışarak ağlamakta olan saray halkını susturmak oldu. Yine onun emriyle Abdülaziz’in naaşı Fer‘iye Karakolu’nun kahve ocağına taşındı, bir ot yatağın üzerine yatırılıp üzerine bir perde örtüldü. Haberi daha sonra öğrenen diğer devlet ricâli de Fer‘iye Sarayı’na gelmeye başladılar.
Elçilik hekimlerinin de katıldığı on dokuz kişiden kurulu bir doktorlar heyetinin Abdülaziz’i muayene ederek bir rapor hazırlaması kararlaştırıldı. Ancak Marko Paşa başta olmak üzere bazı doktorlar, eski hükümdarın naaşının karakolda bulunduğu durumdan müteessir olarak, muayeneye fiilen katılmadılar. Ayrıca, Hüseyin Avni Paşa, doktorların naaşı etraflı şekilde muayene etmelerine mâni oldu.
Doktorlar heyeti bunun üzerine sathî bir muayeneden sonra, kendilerine gösterilen makasın bu yaraları vücuda getirebileceği kaydıyla iktifa ederek müphem ifadeler bulunan bir rapor hazırladı. Raporun tanziminden sonra, eski padişahın naaşı Topkapı Sarayı’na nakledilerek, burada yıkandı ve II. Mahmud Türbesi’ne defnedildi. Vefat haberi 6 Haziran 1878 tarihli Cerîde-i Havâdis gazetesinde intihar olarak ilân edildi. Diğer gazeteler de hemen aynı meâlde yazılar yazdılar.
Abdülaziz karakter itibariyle istibdada ve israfa meyyaldi. Saltanatının ilk döneminde Âlî ve Fuad paşalar onun bu eğilimlerini mümkün olduğu kadar dizginlemişlerdi. Fakat bu iki devlet adamının ölümünden sonra Mahmud Nedim Paşa’nın sadrazamlığa gelmesi, Abdülaziz’de büyük değişiklikler yapmış ve gerçek eğiliminin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Saltanatının ilk yıllarında başlattığı tasarruf tedbirlerini daha sonra terkederek israfa başlamıştır. Abdülaziz’in Batılı yanı hiç yoktur. Fransızca öğrenmemiş, Avrupa ilim ve kültürü ile temas etmemişti. Türk mûsikisini çok iyi bilir, mükemmel ney ve lavta çalardı. Yalnızca iyi bir icracı olmakla kalmayan Abdülaziz, Osmanlı padişahları arasında bestekâr olarak da yerini almıştır. Hicazkâr ve şehnaz makamlarını çok sevdiği için, zamanındaki birçok şarkı ve marşın bu makamlarda bestelendiği bilinmektedir. Eserlerinden bir hicaz sirto ile iki şarkısı günümüze ulaşmıştır. Padişah olduktan sonra, Abdülmecid’in kurdurduğu saray orkestra ve bandolarını kaldırarak yerine Türk mûsikisi saz takımını koydurması, pek çok Türk bestekâr ve hânendeyi koruması, opera ve tiyatro yerine orta oyunu seyretmesi, millî kültürü ihya edeceği konusundaki ümitleri kuvvetlendirmişti. Fakat Avrupa’ya gidip geldikten sonra onun bu yönünün de değiştiği görülmektedir. Avrupa’da gördüğü servet ve refahın nasıl elde edildiğine bakmaksızın sadece dış görünüşünün cazibesine kapılan Abdülaziz, onları taklide özendi. Bir yandan Avrupa’daki emsallerini aratmayacak saraylar ve köşkler yaptırırken diğer yandan da sarayda tekrar orkestra ve bando takımı kurdurdu, ordu bandolarını çoğalttı.
Zeki bir insan olan Abdülaziz, memleketin tam bir dikta rejimiyle yönetilemeyeceğini biliyordu. Kanun hâkimiyetinin esas kılınması, hükümet işlerinin hükümet adamlarına bırakılması gerektiğine inandığı halde, hükümdarların düşünce ve kararlarında serbest ve bağımsız olmasının saltanat icabından olduğu fikrinden de kendisini alamıyordu. Devlet işleriyle kafa yormak istemeyen, her güçlüğe devlet adamlarının çare bulması gerektiğine inanan Abdülaziz, boş zamanlarında resim de yapardı. Topkapı Sarayı Müzesi, Kahire Menyel Sarayı Müzesi ve Aksaray Vâlide Camii’nde bulunan yazılarına bakarak celî sülüste iyi bir hattat olduğu söylenebilir.
Alafrangalığı dinsizlik sayan Abdülaziz iyi niyetli, dindar, her sabah Kur’ân-ı Kerîm okuyan, son derece vakar sahibi bir kimse idi. Ara sıra devrin âlimlerini huzurunda münakaşa ettirir ve kendisi de bu ilmî tartışmalara katılırdı.
Abdülaziz’in Ölümü Meselesi. Abdülaziz’in intiharı veya öldürülmesi hadisesi günümüze kadar devam eden ve ara sıra çeşitli sebep ve vesilelerle aktüel hale gelen bir konudur. Bu mesele olaydan hemen sonra başlamış ve bu konuda pek çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Söylentilerin arttığı bir sırada, Şûrâ-yı Devlet Tanzimat Dairesi reisi Mahmud Celâleddin ve Mâbeyinci Râgıb beylerle sorgu hâkimi Fındıklılı Mehmed Efendi, Abdülaziz’in öldürüldüğü konusunda Sultan II. Abdülhamid’e bir arîza takdim ettiler. Mahmud Celâleddin Paşa’nın gelini olan saraylı Pervin Felek Hanım’ın Abdülaziz’in öldürüldüğüne dair ifşaatına dayanan bu arîza üzerine padişah tahkikat açtırdı.
Sultan Abdülaziz’in hal‘inde ve hal‘inden sonra korunması görevinde bulunanlarla hizmetine tayin edilen şahıslar tesbit edilerek teker teker sorguya çekildiler. Neticede Abdülaziz’in ölümünün intihar olmayıp katil olduğu kanaatine varılınca, II. Abdülhamid “velî-i maktûl” sıfatıyla dava açmak zorunda kaldı. Padişah, öldürme emrini veren Sultan Murad hakkında şer‘an ve kanunen ne yapılması gerektiğini Şeyhülislâm Uryânîzâde Ahmed Esad, Dahiliye Nâzırı Mahmud Nedim, Tunuslu Hayreddin paşalarla Mahmud Celâleddin Paşa’dan müteşekkil bir heyetin kararına havale etti. Heyet, 16 Nisan 1881 tarihinde, Sultan Murad’ın derhal tutuklanmasına ve fevkalâde bir mahkeme kurularak yargılanmasına karar verdi.
Abdülhamid, bundan sonra ne yapılması gerektiğine Başvekil Said Paşa, şeyhülislâm, dahiliye nâzırı ve Hariciye Nâzırı Âsım Paşa’nın karar vermesini istedi. Onlar da meseleyi inceledikten sonra 30 Nisanda, Abdülaziz’in suikasta kurban gittiğine ve cinayetin faillerinin ortaya çıkmış olduğuna işaret ederek derhal yargılanmalarına, mahkeme yerinin de padişahın iradesiyle belirlenmesine karar verdiler. Bunun üzerine Abdülhamid, hükümet üyelerinin emin olmaları için öldürme olayına karışmakla itham edilen ve bu sırada tutuklu bulunan kimselerin vekiller heyeti huzurunda da dinlenmelerini, ayrıca bu işle ilgili oldukları anlaşılan Rüşdü ve Midhat paşaların da tevkifleriyle muhakemelerinin yapılması için olağan üstü bir meclis toplanması gerektiğini hükümete bildirdi.
Başvekil Said Paşa’nın başkanlığında sarayda toplanan vekiller heyeti, sanıklardan bazılarını getirtip dinledi. Nihayet, Malta Karakolu yanına bir büyük çadır kurularak halka açık yargılamanın orada yapılmasına karar verilerek durum padişaha bildirildi (14 Haziran 1881).
Bu sırada Aydın valisi bulunan Midhat Paşa gelişmelerden haberdar olmuş ve Fransız konsolosluğuna sığınmıştı. Adliye Nâzırı Cevdet Paşa’nın serbest olarak sorgulanacağını bildirmesi üzerine Midhat Paşa 19 Mayıs 1881 günü hükümete teslim edilmişti. Cevdet Paşa bir heyetle birlikte İzmir’e giderek Midhat Paşa’yı vapurla İstanbul’a getirdi (22 Mayıs). Manisa’da oturmakta olan Mütercim Rüşdü Paşa ise hasta olduğu için sorgulaması İzmir’de yapılarak tekrar Manisa’ya dönmesine izin verildi.
Yıldız Mahkemesi olarak tarihe geçen ve 27 Haziran 1881’de Yıldız Sarayı içinde kurulan çadırda çalışmalarına başlayan mahkemenin başkanlığına İstînaf Mahkemesi Başkanı Ali Sürûrî, ikinci başkanlığa aynı mahkemenin ikinci başkanı Hiristo Forides efendiler, müddeiumumiliğe Latif Bey, âzalıklara da Alman mühtedisi Emin, Tevfik ve Hüseyin beylerle Takavur Efendi tayin edildiler. Muhakeme üç gün içinde altı celse devam etti ve sanıkların temyiz etme hakları saklı kalmak üzere sona erdi.
Mahkemenin kararına göre Pehlivan Mustafa, Hacı Mehmed ve Cezayirli Mustafa ile Mâbeyinci Fahri Bey bilfiil taammüden öldürme olayına katıldıklarından dolayı; Midhat, Mahmud, Nûri paşalarla Binbaşı Necib ve Binbaşı Nâmık Paşazâde Ali beyler de suç ortağı sayıldıklarından idama, diğerleri ise çeşitli cezalara çarptırıldılar. Midhat Paşa’nın Temyiz Mahkemesi’ne yaptığı itiraz da incelenerek reddedildi (8 Temmuz 1881).
Sultan Abdülhamid, kan dökmekten son derece sakındığı için, elindeki şer‘î ve kanunî i‘lâmlara rağmen hükmü tasdik veya cezayı hafifletmeden önce bir kere de askerî, mülkî ve ilmiye ricâlinin fikirlerini öğrenmek istedi. Bu maksatla 20 Temmuz 1881 günü Yıldız Sarayı’nda, emekli olan ve görevde bulunan devlet adamlarından ve askerlerden oluşan yirmi beş kişilik olağan üstü bir meclis topladı. On beş kişi idam hükmünün tasdikini, on kişi de cezanın hafifletilmesini istedi. Mahkeme kararlarının tamamen uygulanmasını isteyenler arasında Zabtiye Nâzırı Hâfız Ahmed Paşa, Erkân-ı Harbiyye reis vekili Müşir Edhem Paşa, Maarif Nâzırı Kâmil Paşa, Adliye Nâzırı Cevdet Paşa, eski serasker Hüseyin Hüsnü Paşa ve Plevne kahramanı Serasker Gazi Osman Paşa da bulunuyordu. Padişah yaveri Gazi Ahmed Muhtar Paşa, eski sadrazamlardan Kadri Paşa, Ârifî Paşa ve Tunuslu Hayreddin Paşa, Başvekil Said Paşa ve yine eski başvekillerden bu toplantıya başkanlık eden Safvet Paşa gibi ünlü devlet adamları da cezanın hafifletilmesini isteyenler arasında idiler. Abdülhamid, cezaların aynen uygulanmasını isteyenler ekseriyette olmalarına rağmen, idam cezalarını müebbet küreğe çevirdi. Mahkûmların cezalarını Tâif’te çekmelerine karar verildi.
25 Receb 1256’da (22 Eylül 1840) doğdu. Asıl adı Mehmed olup babası Abdülmecid, annesi Şevkiefser Kadınefendi’dir. Şehzadeliğinde iyi bir eğitim gördü. Çeşitli hocalardan Türkçe, Arapça, Fransızca, Osmanlı tarihi ve fen dersleri okudu; iki İtalyan hocadan piyano ve Batı müziği dersleri aldı. Amcası Abdülaziz tahta çıkınca veliaht ilân edildi (1861). Abdülaziz’in Mısır (1863) ve Avrupa (1867) seyahatlerine veliaht sıfatıyla katıldı. Vaktinin çoğunu, Abdülaziz’in kendisine tahsis ettiği Kadıköy Kurbağalıdere’deki çiftlik evinde geçiriyordu. Bu dönemlerde meşrutî rejimi savunan Yeni Osmanlılar’la temas kurdu. Sık görüştüğü Şinâsi, Nâmık Kemal ve Ziyâ (Paşa) beylerle meşrutiyet, demokrasi ve hürriyet konusunda fikir alışverişinde bulunuyordu. Ziyâ Paşa ve özel doktoru Kapoleon Efendi aracılığıyla, Abdülaziz’in yönetiminden hoşnut olmayan muhalif grubun lideri Midhat Paşa ile de haberleşmekteydi. Bu yıllarda Osmanlı Devleti çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalmıştı. Hersek isyanıyla (1875) başlayan Balkan buhranı, Bulgaristan ayaklanması (2 Mayıs 1876) ve iki konsolosun öldürülmesiyle sonuçlanan Selânik vak‘ası (6 Mayıs 1876) dış gelişmeleri tehlikeli bir noktaya getirmişti. Büyük güçlerin Osmanlı Devleti’ne müdahaleye hazırlandığı bir sırada muhalif grup Abdülaziz’i hal‘edip Murad’ı tahta çıkarma hazırlığına girişti. Midhat Paşa’nın köşkünde yapılan toplantıda, Abdülaziz’in tahtta kalmasının hem ülke hem kendileri için tehlikeli olacağı kanaatine varılarak medrese talebelerinin ayaklandırılmasına karar verildi. Murad Efendi de talebeye dağıtılmak üzere sarrafı Hristaki Efendi’den sağladığı paraları Midhat Paşa’ya gönderdi. “Talebe-i ulûm” veya “softalar ayaklanması” adı verilen gösteriler 10 Mayıs 1876’da başladı. Mütercim Rüşdü Paşa’nın sadrazamlığa, İmâm-ı Sultânî Hasan Hayrullah Efendi’nin şeyhülislâmlığa, Hüseyin Avni Paşa’nın seraskerliğe ve Midhat Paşa’nın Meclis-i Vükelâ memuriyetine tayin edildiği açıklanınca (12 Mayıs) isyancılar dağıldı. Abdülaziz düşmanlığında ittifak eden ve “erkân-ı erbaa” adı verilen bu grup iktidar koltuğuna oturduktan sonra Abdülaziz’in hal‘i konusunda anlaşarak durumu veliahda bildirdiler. Hal‘ işinin 31 Mayıs’ta yapılması kararlaştırıldığı halde bazı gelişmeler yüzünden 29-30 Mayıs gecesine alındı. Dolmabahçe Sarayı karadan ve denizden kuşatılarak giriş çıkışlar yasaklandı ve telefon hatları kesildi. Öğrencileri silâhlandırarak Taşkışla’da hazırladığı üs taburla Dolmabahçe Sarayı’nı karadan kuşatan Askerî Mektepler Nâzırı Süleyman Paşa, saraydaki veliaht dairesine gidip Murad Efendi’yi almak istedi. Harekâtın öne alındığından haberi olmayan veliaht tutuklanacağı korkusuyla heyecanlandı ve dairesinden çıkmak istemedi. Süleyman Paşa zorla ikna ettiği Murad Efendi’yi karakola götürürken arkadan Hüseyin Avni Paşa yetişti. Arabadan inmeden veliahdı yanına alarak rıhtıma doğru hareket etti. Arabası süngülü askerler tarafından birkaç defa durdurulan Murad Efendi, şiddetli fırtına ve sağanak halinde yağan yağmur altında rıhtımda bekleyen bir kayığa bindirildi. Denizde de üç vasıta değiştirildikten sonra güçlükle Sirkeci İskelesi’ne gelindi. Hüseyin Avni Paşa bir kira arabasına bindirdiği veliahdı Beyazıt’taki Serasker Kapısı’na getirdi. Burada beklemekte olan sadrazam, şeyhülislâm ve diğer bazı devlet erkânı V. Murad’a biat ettiler. Arkasından Abdülaziz’in hal‘ine dair fetva okundu. Fetva gerekçesinde Abdülaziz’in cinnet geçirdiği ve devlet işlerinden anlamadığı ileri sürülüyordu. Resmî tebliğde Abdülaziz’in hal‘inin “ittifâk-ı umûmî” ile olduğu söylenmişse de aslında bu iş birkaç kişinin düzenlediği bir darbe ile gerçekleşmişti. Pek çok devlet adamı ile askerin Abdülaziz’in öldüğü haberleriyle aldatıldığı daha sonra anlaşıldı. Eski padişah Topkapı Sarayı’na nakledilince V. Murad Dolmabahçe Sarayı’na götürüldü. Top atışlarıyla cülûs duyuruldu ve sarayda toplanan devlet erkânı için ikinci biat merasimi düzenlendi. Geleneğe göre yeni padişahın Topkapı Sarayı’ndaki altın tahta oturması gerekirken V. Murad yaldızlı bir koltuğa oturtularak biat merasimi icra edildi. Bu sırada Dolmabahçe Sarayı’nda Abdülaziz’e ve yakınlarına ait eşya yağmalandı. Para ve mücevheratın bir kısmını yeni padişahın annesi alırken bir kısmı da V. Murad’ın 1 milyona varan borçları için sarrafı Hristaki’ye verildi. Büyük bir kısmına devlet adamları el koydu.
V. Murad, tahta çıkmasında önemli rol oynayan Ziyâ Paşa’yı kendisine başkâtip tayin etti; sadrazama haber yollayarak Abdülaziz’in sürgüne gönderdiği Nâmık Kemal ve arkadaşlarının geri çağrılmasını istedi, fakat bu isteği yerine getirilmedi. Kendisini tahta çıkaran “erkân-ı erbaa” arasında kısa zamanda fikir ayrılığı belirdi. Hürriyetçi demokrasiyi samimiyetle savunan tek kişi Midhat Paşa idi; diğerleri eski rejimin devamından yanaydılar. Nitekim cülûsun üçüncü günü yayımlanan hatt-ı hümâyunda meşrutiyet konusu birkaç parlak sözle geçiştirilmişti. Diğer taraftan Serasker Hüseyin Avni Paşa tam bir diktatör gibi davranıyor ve her işe müdahale ediyordu. Saraya giriş çıkışları kontrol altına alan serasker padişahla görüşecek kişilerin kendisinden izin alması gerektiğini bildirdi. Ziyâ Paşa başkâtiplikten azledilerek yerine Sâdullah Paşa getirildi. Eski padişah Fer‘iye Sarayı’na nakledildikten üç gün sonra dairesinde ölü bulundu (4 Haziran). Abdülaziz’in kayınbiraderi Kolağası Çerkez Hasan Bey, eniştesinin ölümünden sorumlu tuttuğu Hüseyin Avni Paşa’yı Midhat Paşa’nın konağında yapılan Meclis-i Vükelâ toplantısını basarak öldürdü (15-16 Haziran gecesi).
Eskiden beri rahatsızlığı bilinen V. Murad’ın birbiri ardına gelen olaylar yüzünden sinirleri iyice bozulmuştu. Cülûs günü Serasker Kapısı’na götürülürken yaşadığı hadiseler sebebiyle mânen çökmüş ve bilincini yitirmiş bir görünümdeydi. Anormal davranışlarından dolayı vükelâ biat merasimini kısa kesmek zorunda kalmıştı. Şuurunda bir bozukluk olduğu Ayasofya Camii’nde yapılan ilk cuma selâmlığında da görüldü. Amcasının esrarengiz ölümü üzerine şok geçiren padişah Yıldız Sarayı’na nakledildi. Burada cinnet geçirerek kendini havuza atması üzerine tekrar Dolmabahçe Sarayı’na getirildi. İkinci cuma selâmlığındaki davranışları aklî dengesinin tamamen bozulduğunu ortaya koydu. Saraya kapatılan padişah kimseyle görüştürülmedi ve artık cuma selâmlığına da çıkarılmadı. Eyüpsultan’da icra edilmesi gereken kılıç kuşanma merasimi yapılamadı, yabancı elçiler de itimadnâmelerini yeni padişaha sunamadılar. V. Murad’ın hastalığını gizlemeye çalışan hükümet padişahın yüzünde ve sırtında çıban çıktığı rivayetini yayıyor ve bu yüzden merasimin yapılamadığını söylüyordu. Fakat padişahın hastalığı biliniyor, sadrazamın saltanat nâibi gibi davranması ve ülkeyi padişahsız yönetmesi şiddetle eleştiriliyordu. Ulemâ ise padişahı aklen rahatsız olan bir ülkede cuma namazının kılınamayacağını ileri sürüyordu. Bu durum karşısında hükümet padişahı tekrar cuma selâmlığına çıkarmaya başladı. Araba ile en yakın camiye götürülen padişahın karşısına usule aykırı olarak iki mâbeyinci oturuyor, kendisi de bir köşeye büzülüyordu. Bir selâmlık dönüşünde elbiselerini çıkarmadan yatağa giren padişah sabahleyin camları kırarak kendini öldürmek istedi, bunun üzerine bir doktorlar heyeti tarafından muayene edildi. Heyetin verdiği raporda padişahın iyileşme ihtimalinin çok az olduğu belirtiliyordu. Hükümet, İngiliz elçisinin tavsiyesine uyarak padişahı Viyanalı doktor Leidesdorf’a da muayene ettirdi. O da olumsuz rapor verince V. Murad’ın hal‘i gündeme geldi. Midhat Paşa veliaht Abdülhamid Efendi’yle görüştü. Vükelâ Meclisi 30 Ağustos 1876’da yaptığı toplantıda V. Murad’ın hal‘ine ve Abdülhamid’in cülûsuna karar verdi. Ertesi sabah Kubbealtı’nda toplanan devlet adamlarının huzurunda hal‘ fetvası okundu. Fetvada Sultan Murad’ın dâimî cinnet halinde olduğu ve görevini yapamadığı açıklanıyordu. V. Murad hal‘edilerek kardeşi Abdülhamid tahta çıkarıldı (31 Ağustos 1876). Böylece doksan üç gün süren V. Murad’ın saltanat dönemi sona erdi. Bu doksan üç günün sadece yedi gününde kendine mâlik olduğundan söz edilmektedir.
Hal‘edildikten sonra Çırağan Sarayı’nda oturmasına izin verildi; tedavisi için her türlü yola başvurulduysa da bir sonuç alınamadı. Başta mason çevreleri olmak üzere taraftarları onun sağlığının iyi olduğu ve haksız yere hal‘edildiği propagandasını yayıyorlardı. Bunun üzerine II. Abdülhamid, Murad’ı yerli ve yabancı doktorlardan oluşan bir heyete muayene ettirerek hastalığının sürdüğüne ve tedavisinin imkânsız olduğuna dair rapor aldı. Ancak üç ay sonra eski padişah kaçırılmak istendi. İkisi Türk, ikisi yabancı olan dört kişilik bir komite, Murad’ı Avrupa’ya kaçırmak ve hükümdarlığını kabul ettirmek için kadın kılığında Çırağan Sarayı’na girmeye çalışırken yakalandı (Kasım 1876). Bundan sonra Cleanti Scalieri-Aziz Bey mason komitesi, onu kaçırıp tahta çıkarma planı yaptı. Murad’ı kaçırarak bir camide biat edip yeniden padişah ilân etmeyi tasarlayan komite üyeleri içlerinden birinin ihbarı üzerine harekete geçmeden yakalandı (15 Nisan 1877). Üçüncü kaçırma girişimini ise Ali Suâvi başlattı. Çırağan Vak‘ası olarak bilinen hadise Ali Suâvi’nin öldürülmesiyle sonuçlandı (20 Mayıs 1878).
Bu kaçırma girişimleri II. Abdülhamid’i rahatsız etti. V. Murad bundan sonra daha sıkı koruma altına alındı. Yirmi sekiz yıl boyunca tam bir mahpus hayatı yaşadı. 29 Ağustos 1904’te şeker hastalığından öldü ve Yenicami Türbesi’nde annesinin yanına defnedildi. Yumuşak bir tabiata sahip olan, tahtta en az kalan Osmanlı padişahı olarak tarihe geçen V. Murad’ın resim ve mûsikiyle ilgilendiği ve bazı eserler ortaya koyduğu bilinmektedir. Ayrıca mimarlığa da ilgi duyduğu belirtilir. Fazla alafranga davranması ve mason teşkilâtına girmesi (23 Ekim 1872) özellikle kardeşleri tarafından hoş karşılanmamıştır. En büyük zaafının aşırı içki düşkünlüğü ve müsrifliği olduğu kaydedilir.
2 Kasım 1844’te Çırağan Sarayı’nda doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Gülcemal Kadınefendi’dir. Saray geleneklerine göre yetiştirildi. Arapça, Farsça ve bazı şer‘î bilgiler öğrendi. Babasının ve amcası Abdülaziz’in padişahlıkları döneminde serbest ve rahat bir hayat yaşadı. Kardeşi Abdülhamid tahta çıkınca (1876) veliaht durumuna geldi, sarayda gözetim altında yaşamak zorunda kaldı. Kendisinden önceki iki padişahın tahttan indirilmiş olmasından dolayı endişe içinde bulunan II. Abdülhamid kardeşinin sarayda kendi yakınlarından başkasıyla görüşmesini yasakladı. Bu kapalı ve korkulu hayat onu oldukça etkiledi. Abdülmecid’in daha önce tahta çıkan iki oğluna (V. Murad, II. Abdülhamid) benzer şekilde bir darbe sonucu tahta oturdu. Otuzbir Mart Vak‘ası’nın ardından İttihat ve Terakkî’nin çoğunlukta olduğu Meclis-i Umûmî-i Millî, bir taraftan Abdülhamid’i tahttan indirirken diğer taraftan veliaht Reşad Efendi’nin tahta çıkarılmasına karar verdi (27 Nisan 1909). Ayrıca meclis, isyanı bastıran Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişini şehrin ikinci fethi sayarak yeni padişaha Beşinci Mehmed unvanının verilmesini kararlaştırdı.
V. Mehmed, aynı gün Harbiye Nezâreti’nde yapılan biat merasiminde asıl hürriyetin ilk padişahı olmaktan iftihar ettiğini, bütün Osmanlılar’la birlikte meşrutiyetin ve kutsal saltanat makamının hizmetinde bulunduğunu söyledi. Şeriatı, Kānûn-ı Esâsî’yi, meşrutiyet usulünü, milletin haklarını ve vatanın menfaatlerini koruyacağına dair yemin etti. Biat merasiminden sonra bütün emel ve arzusunun devlet ve milletin refah ve saadeti olduğunu bildirdi. Usulen istifasını sunan Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa’nın isteğini kabul etmedi. Kendisiyle birlikte çalışacağını söyleyerek baş mâbeyincilik ve baş kitâbete tayin yapılmasını istedi. Meclis üyelerinin tamamı biat merasiminde bulunmadığı için yemin töreni Meclis-i Millî’de tekrar edildi (20 Mayıs 1909). Beşinci Mehmed unvanıyla tahta çıkarıldığı halde halk tarafından Sultan Reşad olarak adlandırıldı.
Tahta çıktığı vakit altmış beş yaşında olan Sultan Reşad’ın dokuz yıllık hükümdarlık dönemi büyük buhranlar içinde geçti. On defa hükümet değişikliği oldu. Her hükümet buhranlı bir devrede iş başına geldi ve yine bir buhran sonucu iktidardan ayrıldı. V. Mehmed bu buhranları önleyecek veya yön verecek siyasî bilgi ve tecrübeye sahip değildi. Ayrıca anayasaya göre yürütme organının başı sadrazamdı. Sadrazam ve kurduğu hükümet yasama meclisine karşı sorumlu idi ve Meclis-i Meb‘ûsan’ın güvenine sahip olduğu müddetçe yerinde kalabilirdi. Padişahın sadrazamı tayin yetkisi olduğu halde icradan sorumlu değildi. Bu sebeple padişahın siyasî rolü zayıflamış ve saray siyasî hayatın odağı olmaktan çıkmıştı. Siyasî hayatın odağı âdeta İttihat ve Terakkî’nin genel merkeziyle sadrazam ve kabinesine devredilmişti. Nitekim daha tahta çıktığı günden itibaren bu husus görülmeye başlandı. İstanbul’u kontrolü altında tutan Hareket Ordusu’nun diktatör kumandanı Mahmud Şevket Paşa biat merasimi sırasında eski padişahı Selânik’e sürmüştü. Bundan ne padişahın ne de sadrazamın haberi vardı. Ertesi gün haberi Fransız elçisinden öğrenen sadrazam (Türkgeldi, s. 35), durumu padişaha bildirmek için saraya gittiğinde saray görevlilerinin de götürüldüğünü öğrendi. Padişahın âdeta yalvarırcasına görevde kalmasını istediği Ahmed Tevfik Paşa İttihatçılar’ın baskıları neticesinde istifa etti. Yerine onların istediği Hüseyin Hilmi Paşa getirildi (5 Mayıs).
Bu sırada II. Meşrutiyet’in ilânıyla birlikte bütün ülkede başlamış olan huzursuzluk sürüyordu. Bunun asıl kaynağı, anayasa ile yönetilme konusunda çeşitli Osmanlı unsurları arasındaki fikir ayrılıklarıydı; hatta bu durum ülkenin çeşitli yerlerinde ayaklanmaların çıkmasına yol açmıştı. Halkla konuşmak ve ülkesini yakından tanımak isteyen padişah sık sık İstanbul içinde gezilere çıkıyordu. Sadrazam ve bazı nâzırlarla birlikte Bursa ve İzmit’i ziyaret etti. Burada din ve ırk farkı gözetmeksizin halkın çeşitli kesimleriyle görüştü. Okullara ve hayır kurumlarına bağışlarda bulundu. Bu gezileri dolayısıyla özel olarak bastırılan paralardan hediyeler dağıttı. Meclis-i Meb‘ûsan’ın ikinci yasama yılını açış nutkunda (18 Kasım 1909) bu gezilerinden edindiği intibaları anlattı. Bütün vatan evlâtlarında Osmanlı kardeşliği fikrinin güçlendiğini görmekten duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Ona göre bu, hak ve vazifede eşitliği sağlayan anayasanın ve meşrutî idarenin tabii bir sonucu idi. Meşveret ve meşrutiyetin şeriatın ve aklın emrettiği sâlim bir yol olduğunu belirten padişah memleketin iç işlerinde endişe edilecek bir durum olmadığını, bazı yerlerde görülen küçük olayların da meşrutiyetin nimetleri görüldükçe ortadan kalkacağını söylüyordu.
Meşrutiyetin ilânını sağlayan ve siyasî hayatın odağı haline gelen İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin (Partisi) ülke yönetimi konusunda hiçbir hazırlığı yoktu. Bazı kimseler hürriyet ve meşrutiyet perdesi arkasına gizlenerek şahsî çıkarlarını sağlamaya çalışıyorlardı. İktidara sahip olanlar da bunlarla iş birliği yapmak zorunda kaldıkları için ülkede arzu edilen istikrarlı ve âdil düzen kurulamadı. Fırkacılık zihniyetiyle hareket eden İttihatçılar istemediklerini ve kendilerinden olmayanları istifaya zorlayarak yerlerine adamlarını yerleştirdiklerinden ülke yönetimi bilgisiz ve tecrübesiz kişilerin eline geçti. Anayasa çerçevesinde hükümdarlık etmeye çalışan Sultan Reşad, anayasaya dayanan veya dayanır görünen iktidarların tekliflerini onların telkinleri doğrultusunda yerine getirme gayreti içinde oldu. İttihatçılar’ın tahakkümüne dayanamayarak istifa eden Hüseyin Hilmi Paşa’nın yerine yine onların isteğiyle Roma büyükelçisi İbrâhim Hakkı Bey tayin edildi (12 Ocak 1910). Vezâret pâyesi verilip sadârete getirilen İbrâhim Hakkı Paşa fırkacı olarak tanınmıyordu. Kamuoyunu teskin etmek için “adl ü ihsan” politikası izleyeceğini söyleyen paşa selefinden daha fazla İttihatçılar’a teslim oldu. İttihatçılar’ın ülke ve dünya gerçekleriyle bağdaşmayan uygulamaları, Arnavutluk’tan Yemen’e kadar ülkenin pek çok yerinde ayaklanmaların çıkmasına sebep oldu. Arnavutluk isyanının şiddet kullanılarak bastırılması huzursuzluğu daha da arttırdı. Balkan devletlerinin millî kiliselerini kurup Rum-Ortodoks kilisesinden ayrıldıkları günden beri Rumeli’de bulunan kilise ve mekteplerin aidiyeti meselesi devam ediyordu. İttihatçılar, Abdülhamid’in Balkan devletlerinin Türkiye’ye karşı ittifakını önlemek için ustaca kullandığı bu meseleyi bir kanunla hallettiler (3 Temmuz 1910). Fener Rum patriği padişahı ziyaret ederek kanunu tasdik etmemesini istedi. Fakat padişah hıristiyan unsurlar arasındaki ihtilâfı ortadan kaldıracağına inandığı kanunu onayladı. Böylece Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı birleşmesinin yolu açılmış oldu. Bu da Balkan Harbi’nin çıkmasına sebep oldu. Balkanlar’da karışıklıkların tekrar başlaması üzerine İttihatçılar, bölge halkını sakinleştirmek ve yeniden devlete kazandırmak ümidiyle padişahı Rumeli gezisine çıkardılar (5-26 Haziran 1911). Sadrazam ve bazı hükümet üyelerinin de katıldığı gezi Çanakkale, Selânik, Üsküp, Priştine, Kosova ve Manastır şehirlerini kapsıyordu. Padişah, gerek buralarda gerekse yol boyunca geçtiği yerlerde coşkun tezahüratla karşılandı. Din ve milliyet farkı gözetmeksizin her kesimden halkla görüştü, hayır kurumlarına bağışlarda bulundu. Bu gezi hâtırasına basılan paralardan hediyeler dağıttı. Murad Hudâvendigâr’ın türbesinin bulunduğu Kosova sahrasında kalabalık bir cemaatle birlikte cuma namazı kıldı.
Sultan Reşad’ın Rumeli gezisinin çeşitli unsurlar ve bilhassa Arnavutlar üzerinde olumlu etkisi oldu. Ancak padişahın hükümete karşı pek etkili olamaması ve İttihatçılar’ın da bundan yararlanamaması yüzünden Rumeli’de karışıklıklar yeniden başladı. İttihat ve Terakkî’nin tekelci ve tahakküm edici uygulamaları meclis içinde bu partiden kopmaları hızlandırdı ve mecliste bir muhalif grup oluştu. Basında bunların yeni bir parti kurduğu ve başına da İttihat ve Terakkî’nin kurucularından olan Miralay Sâdık Bey’in getirildiği haberleri çıktı. Sadrazamın istifa tehdidinde bulunması üzerine padişah Sâdık Bey’i Selânik’e sürdü.
İbrâhim Hakkı Paşa hükümetinin yanlış uygulamalarından biri de Trablusgarp-Bingazi vilâyetindeki asker sayısını azaltmasıdır. Roma büyükelçiliğinden gelen Hakkı Paşa’nın II. Abdülhamid’in bölgede eskiden beri emelleri bulunan İtalya’ya karşı tahkim ettiği bu vilâyeti askersiz, valisiz ve kumandansız bırakması İtalya’yı harekete geçirdi. Trablusgarp’ın tahliyesini ve teslimini isteyen İtalya (28 Eylül 1911) 29 Eylül’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti. Olayın sorumluluğunu kabul eden İbrâhim Hakkı Paşa aynı gün istifa etti. İtalya, Afrika’da son Osmanlı toprağı olan Trablusgarp-Bingazi’yi ilhak ettiğini açıkladı (5 Ekim).
II. Abdülhamid döneminde yedi defa sadrazamlık yapan Meclis-i A‘yân Başkanı Said Paşa (Küçük) sekizinci defa sadârete getirildi (30 Eylül 1911). Muhalefet ve muhalefeti destekleyen basın İbrâhim Hakkı Paşa’nın Dîvân-ı Âlî’de hesap vermesini istiyordu. Trablusgarp mebuslarının verdiği teklif İttihatçılar tarafından engellenince muhalefetin partileşmesi hızlandı. Hürriyet ve İtilâf Fırkası kurularak (21 Kasım 1911) Damad Ferid Paşa başkanlığa, Sâdık Bey başkan yardımcılığına getirildi. Mecliste bulunan 105 muhalif mebustan yetmişinin yeni partiye katılması, İstanbul’da yapılan (11 Aralık) ara seçimi de bir oy farkla bu partinin kazanması İttihatçılar’ı korkuttu. Padişah iradesiyle meclisi feshettirmek istediler. Ancak anayasanın 35. maddesine göre padişaha ait olan fesih hakkını daha önce meşrutiyet için tehlikeli bularak değiştirmişlerdi. Said Paşa, fesih hakkının yeniden padişaha verilmesi için anayasanın 35. maddesinin değiştirilmesini meclise teklif etti. Muhalefet teklifi engelleyince de görevinden ayrıldı (30 Aralık 1911).
Sultan Reşad her şeye rağmen Said Paşa’nın sadârette kalmasını arzu ediyordu. Hürriyet ve İtilâf Fırkası’ndan bir heyet, padişahı ziyaret edip anayasanın 35. maddesinde değişiklik yapılarak fesih hakkının tekrar padişaha verilmesine karşı olmadığını, ancak Said Paşa’nın sadârette kalmasını istemediklerini bildirdi. Padişah ise meclisteki bütün mebusları milletin temsilcileri oldukları için eşit saydığını ve milletvekillerine karşı tarafsız bir meşrutiyet hükümdarı olduğunu ifade etti. Tek arzusunun memleketin mutluluğu, ilerlemesi ve korunması olduğunu söyleyen padişah sadrazamı tayin etme hakkının kendisine ait bulunduğunu hatırlattı (Lütfi Simâvi, s. 274). Meclis-i Meb‘ûsan Başkanı Ahmed Rızâ Bey’i saraya davet edip muhalefetin anayasa değişikliği konusundaki düşüncelerini aktardı ve bundan yararlanılarak mecliste partiler arasında bir uzlaşma yolunun aranması gerektiğini bildirdi. Saltanata ve kendisine saygı ve güveni olduğunu belirten muhalefetin kendisinin vekili olan sadrazama da güvenmesi gerektiğini söyledi. Ayrıca 35. maddenin değiştirilmesinden endişe edilmemesini ve meclislerin feshedilmeyeceğinin mebuslara duyurulmasını istedi. Meclis-i A‘yân Başkanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa da padişahla görüşüp memleketi felâkete sürüklemekle suçladığı Said Paşa’nın sadârete getirilmemesini bildirdiyse de padişah Said Paşa’yı dokuzuncu ve sonuncu defa sadârete tayin etti (31 Aralık 1911). Said Paşa anayasanın 35. maddesiyle ilgili değişiklik teklifini tekrar gündeme getirdi. Muhalefet tarafından yine engellenince anayasanın 7. maddesi gereği, Meclis-i A‘yân’ın oluru alındıktan sonra padişah iradesiyle Meclis-i Meb‘ûsan feshedildi (18 Ocak 1912). Böylece bir taraftan İbrâhim Hakkı Paşa hükümeti Dîvân-ı Âlî’ye gitmekten kurtarılırken bir taraftan da II. Meşrutiyet’in ilk gerçek çok partili dönemi sona erdirilmiş oldu. İttihat ve Terakkî’nin baskısı altında yapılan ve “sopalı seçim” olarak adlandırılan seçimlerde Hürriyet ve İtilâf Fırkası tasfiye edildi. İkinci yasama dönemine başlayan (18 Nisan 1912) meclisteki mebusların on beşi hariç tamamı İttihat ve Terakkî’ye mensuptu.
Başşehirde anayasa değişikliği, meclisin feshi ve seçimlerle uğraşıldığı sırada Trablusgarp’ta savaş devam ediyordu. İtalya, Ege adalarını işgal ettikten (24 Nisan - 20 Mayıs 1912) sonra İstanbul’u tehdide başladı. Bu sırada Balkan devletleri de Osmanlı Devleti’ne karşı savaş hazırlığına giriştiler. Arnavutluk isyanı yeniden alevlendi. İsyanı bastırmakla görevli ordu içindeki bir grup subay vaktiyle İttihatçılar’ın yaptığı gibi silâhlarıyla dağa çıkarak isyan etti. Kendilerine “Halaskârân” veya “Halaskâr Zâbitân” adını veren bu grup İstanbul’daki temsilcileri vasıtasıyla hükümete bir muhtıra verdi. Muhtırada meclisin feshi ve Kâmil Paşa başkanlığında tarafsız bir hükümet kurulması isteniyor, aksi takdirde yönetime el konulacağı ifade ediliyordu. Harbiye Nâzırı Mahmud Şevket Paşa hemen istifa etti (9 Temmuz 1912). Onu diğer nâzırlar takip edince Said Paşa meclisten güvenoyu istedi ve meclis güven oyu verdiği halde ertesi gün istifa etti (16 Temmuz 1912). Bu istifayla birlikte iktidar İttihatçılar’ın elinden çıkmış oldu.
Sultan Reşad önce sadârete Ahmed Tevfik Paşa’yı getirmeyi düşündüyse de paşa mevcut meclis feshedilmeden görevi kabul edemeyeceğini bildirdi. Bu sırada bazı askerî şura üyeleri padişahı ziyaret ederek askerde disiplin kalmadığını, Arnavutluk isyanının giderek büyüdüğünü, Halaskârân meselesinin ciddi boyutlara ulaştığını bildirip acele tedbir alınmasını istediler. Padişah da ertesi gün orduya hitaben bir beyannâme yayımladı (19 Temmuz 1912). Burada tecrübeli ve tarafsız kişilerden yeni bir hükümet kurulacağını açıklıyordu. Anayasaya ve saltanat hukukuna aykırı taleplerde bulunan bazı subayların politika ile uğraşmaktan vazgeçmeleri gerektiğini, askerlikle bağdaşmayan bu gibi davranışların ihanet sayılacağını bildiriyordu. Padişah, ilk defa parlamenter sisteme uygun olarak hükümet bunalımını çözmek için ilgili kişilerle görüşmelere başladı. Kâmil Paşa ile Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın isimleri ortaya çıktı. Daha çok Kâmil Paşa üzerinde durulmaktayken çeşitli kimselerin fikri alınarak nihayet asker üzerindeki nüfuzundan dolayı orduya bir düzen verebileceği ümidiyle Gazi Ahmed Muhtar Paşa’yı sadârete getirdi (22 Temmuz 1912).
Meşrutiyet döneminin ilk asker kökenli sadrazamı olan Ahmed Muhtar Paşa, tarafsız kişilerden kurduğu kabinesine üç eski sadrazamı aldığı için bu hükümete halk “büyük kabine” adını verdi. İttihat ve Terakkî’nin, meclisteki ezici çoğunluğuna rağmen iktidarı kaybetmesi ve tarafsız hükümet karşısında muhalefete düşmesi 1908’den beri oluşan siyasî hayatın dengesini bozdu. Bunun çok acı sonuçları Balkan Harbi sırasında görüldü. Ahmed Muhtar Paşa, ilk iş olarak uzun süredir yürürlükte bulunan sıkıyönetim idaresine son verdi (23 Temmuz). Arkasından Meclis-i A‘yân’dan aldığı “tefsir” kararıyla padişaha Meclis-i Meb‘ûsan’ı feshettirdi (4 Ağustos).
Balkan Harbi’nin başlaması üzerine (8 Ekim) İtalya ile Uşi Antlaşması’nı imzalayan hükümet (18 Ekim) Trablusgarp-Bingazi’nin yitirilmesini kabul etti. Ordu içindeki partizanlık Balkan Harbi’nde de ağır yenilgilere sebep oldu. Ege adaları ve Edirne’ye kadar bütün Rumeli elden çıktı. Bu durum karşısında padişah Gazi Ahmed Muhtar Paşa’yı istifa ettirerek (29 Ekim) Kıbrıslı Kâmil Paşa’yı sadârete getirdi. Kâmil Paşa, Meclis-i Meb‘ûsan kapalı olduğu için sarayda bir meclis-i umûmî topladı. Danışma mahiyetindeki bu meclise Mahmud Şevket Paşa mazeret bildirip katılmadı. Şehzadeler ise dinleyici olarak bulundular. Kâmil Paşa savaşın zararlarını en aza indirme gayreti içinde iken iki ay yirmi beş gün sonra kanlı bir askerî darbe sonucu istifa ettirildi (23 Ocak 1913). Enver Bey’in yönettiği bu darbe “Bâbıâli Baskını” olarak tarihe geçti. Darbe ile iktidarı ele geçiren İttihatçılar padişaha baskı yaparak Mahmud Şevket Paşa’yı sadârete getirdiler. Mahmud Şevket Paşa da bu görevde kaldığı dört ay on dokuz gün boyunca durumu düzeltemedi. Kâmil Paşa’yı ihanetle suçlayan ve Edirne’yi kurtarmak vaadiyle iktidarı ele geçiren İttihatçılar, Londra Antlaşması’nı imzalayıp (30 Mayıs) Edirne dahil bütün Rumeli’yi Balkan devletlerine terkettiler. Mahmud Şevket Paşa da bir suikast neticesinde öldürüldü (11 Haziran 1913).
Padişah Hüseyin Hilmi Paşa’yı sadârete getirmek istedi. Fakat İttihatçılar, arzularını kolayca yaptırabileceklerini ümit ettikleri Hariciye Nâzırı Said Halim Paşa üzerinde ısrar ediyorlardı. Padişah da mecburen Halim Paşa’yı sadârete getirdi (12 Haziran). Tamamen İttihatçılar’dan oluşan hükümetin ilk icraatı dîvânıharpler kurarak Mahmud Şevket Paşa suikastı zanlılarını yargılamak oldu. Yargılamalar âdeta muhalefetin tasfiyesi şekline dönüştü. Muhaliflerden 350 kişi tutuklanıp Sinop’a sürüldü. On iki kişiye idam cezası verildi. Bunlar arasında suçsuz olduğunu söyleyen Damad Sâlih Paşa da bulunuyordu. Padişah Sâlih Paşa’yı kurtarmak istediyse de İttihatçılar’ın tehdidi karşısında idam kararını onaylamak zorunda kaldı.
II. Balkan Harbi sırasında Edirne’nin geri alınması (21 Temmuz 1913) askerin nüfuzunu arttırdı. Bir grup subayın Enver Bey’i Harbiye nâzırı yapmak için harekete geçtiğini öğrenen Harbiye Nâzırı Ahmed İzzet Paşa istifa etti. Kaymakam (yarbay) rütbesinde bulunan Enver Bey Harbiye nâzırlığına getirildi (3 Ocak 1914). Cemal Bey de aynı şekilde terfi ettirilip Bahriye nâzırı oldu. Talat Bey ise Dahiliye nâzırı olarak kabinede bulunuyordu. Böylece Talat-Cemal-Enver üçlüsü hükümette tek söz sahibi durumuna gelmiş oldu. İttihat ve Terakkî hâkimiyeti altında yapılan (Mayıs 1914) seçimlerden sonra meclis padişahın da katıldığı bir merasimle çalışmalarına başladı. Bu sırada Said Halim Paşa’nın hiçbir iktidar gücü kalmamıştı. Padişah da Talat-Enver-Cemal üçlüsünü muhatap alıyor ve işlerini onlarla görüyordu. Padişahın yaptığı bazı tayinler bu üçlü tarafından geri çevriliyordu. Almanya ile gizli ittifak yaptıkları gün (2 Ağustos 1914) meclis beş aylık bir ara tatiline girdi. Tatil sırasında bu üçlü grup partinin ve kabinenin bazı üyelerinin haberi olmadan ülkeyi savaşa soktu (11 Kasım 1914).
Sultan Reşad, hiç istemediği halde bu oldu bitti karşısında aynı gün bir beyannâme neşrederek İtilâf devletlerine (İngiltere, Rusya ve Fransa) karşı savaş ilânını duyurdu. Ayrıca “cihâd-ı ekber” beyannâmesiyle bütün müslümanların ordunun yanında savaşa katılmasını istedi. Padişah savaşın sebebini bu üç devletin kışkırtıcı tutumlarına bağlıyor ve bunların zalimane idareleri altında inlettikleri milyonlarca müslümanın mânen bağlı olduğu hilâfete karşı besledikleri kötü emellerinden vazgeçmediklerini bildiriyordu. Cihâd-ı ekber ile Osmanlı hükümdarının hem padişahlığına hem halifeliğine yönelik saldırıların sona ereceği ümidini dile getiriyordu. Meclisin açılışında da (14 Ocak 1915) İttihat ve Terakkî’nin diliyle durumu anlatan padişah, tarafsızlık ilân edildiği halde Rus donanmasının Osmanlı donanmasına saldırması karşısında savaş emri vermek zorunda kaldığını söylüyordu. Meclisler adına padişahın nutkuna verilen cevapta hükümete ve orduya teşekkür ediliyor, izlenen siyasetin devlet ve millet çıkarlarına uygun olduğu ifade ediliyordu. Meclislerin bu tutumu savaş kararını tasdik olarak kabul edildi ve savaşın sonuna kadar savaşa girme sorunuyla ilgili bir tartışmaya mecliste rastlanmadı.
İstanbul bir ara işgal tehlikesiyle karşılaşınca hükümet Eskişehir’e taşınmaya karar verdi. Padişah da bu karara uyarak Eskişehir’e gitmek için hazırlıklara başladı. O sırada Beylerbeyi Sarayı’nda oturan ağabeyi II. Abdülhamid’i de götürmek istedi. Eski padişah teklifi kabul etmediği gibi Sultan Reşad’ın da gitmemesini tavsiye etti ve İstanbul terkedilecek olursa bir daha buraya dönülemeyeceğini söyledi. Meşihat fetvasıyla gazilik unvanı verilen padişah İstanbul’da kaldı. Meclisin 1916 yılı açılışında Çanakkale ve Irak cephelerinde elde edilen başarılardan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Fakat 1917 yılı açış nutkunda artık zaferlerden söz etmiyordu. Meclisin cevabî arzında da ilk defa “harb-i umûmî” yerine “istiklâl harbi” tabiri kullanılmıştı. İttihatçılar’la iyice arası açılan Said Halim Paşa istifa etti (3 Şubat 1917). Dahiliye Nâzırı Talat Bey’e vezâret rütbesi verilerek sadârete getirildi. Enver ve Cemal paşalar kabinedeki görevlerini korudular. Talat Paşa hükümeti Sultan Reşad’ın birlikte çalıştığı onuncu ve sonuncu hükümet oldu. Padişah bundan sonra âdeta sarayına kapandı ve sadece hükümetin istediği protokollerde göründü. Savaş dolayısıyla Türkiye’yi ziyaret eden müttefik devletlerin temsilcilerini kabul etti; Alman imparatorunu (Eylül 1917) ve Avusturya-Macaristan imparatorunu (Mayıs 1918) ağırladı.
Padişah uzun süredir şeker hastalığından şikâyetçiydi. Daha önce de prostat ameliyatı geçirmişti. Avusturya imparatoru için düzenlenen yoğun program onu yorduğundan rahatsızlığı daha da ilerledi. Ramazan ayının on beşinci günü gerçekleştirilen mûtat hırka-i saâdet ziyaretini güçlükle yapabildi (24 Haziran). Bundan sonra sarayına çekildi, vefatına kadar dışarı çıkmadı; baş kâtibinin getirdiği evrakı yatağında imzaladı. Hayatının büyük kısmı baskı altında geçen, saltanatı döneminde büyük buhranlar yaşayan V. Mehmed, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasını görmeden vefat etti (3 Temmuz 1918) ve Eyüp’te sağlığında yaptırdığı türbeye defnedildi (bk. MEHMED REŞAD TÜRBESİ). Sultan Reşad halim selim, merhametli, dindar ve nazik bir hükümdardı. Düzenli bir eğitim almadığı halde Doğu’ya ait kültürünün iyi olduğu ve Farsça bildiği söylenir. Genç yaşta Mevlevîliğe intisap ettiği için şehzadelik dönemini Mes̱nevî okumakla geçirmiştir. Ayrıca Osmanlı tarihini ve ecdadının menkıbelerini okumayı severdi. Tasavvuf ve edebiyatla da ilgilenen padişah şiir de yazardı. Çanakkale zaferi üzerine olan gazeli meşhurdur. Yazıldığı günlerde dilden dile dolaşan bu gazel bestelenmiş ve çeşitli şairler tarafından tahmis edilmiştir. Konya Karapınar’da kendi adını taşıyan bir camisi bulunmaktadır.
V. Mehmed Reşad meşrutiyet padişahlığını hiçbir şeye karışmamak şeklinde anladığından devlet işlerine hemen hiç karışmazdı. Anayasanın padişaha tanıdığı yetkileri dahi kullanmak istemezdi. Bu konuda kendisini eleştirenlere, “Meşrutiyet idaresinde ben her işe karışacaksam biraderin suçu ne idi?” diye cevap verirdi (Danişmend, IV, 440). Fırkacılığı ve bilhassa İttihatçılar’ı sevmediği halde silik ve ürkek şahsiyeti sert sürtüşmelerin yaşanmasını önledi. Saltanatının büyük kısmı tamamen İttihatçılar’ın kontrolü altında geçti. İttihatçılar’a boyun eğmesini eleştirenlere de saltanatın bekası için böyle davranmak zorunda kaldığını, aksi halde İttihatçılar’ın cumhuriyet ilân edeceklerini söylüyordu (Mufassal Osmanlı Tarihi, VI, 3570). Siyasî eğitim ve tecrübeden yoksun olduğu için dinamik ve anarşik bir siyasî hayatın hakemi rolünü oynayamadı. Onun dönemi Osmanlı Devleti’nin devamını sağlamak için yapılan son deneme oldu ve bu deneme devletin dağılmasıyla son buldu. Bunun yanında millî birlik ve demokrasi fikri gelişti. Eğitimde, hukukta ve sosyal alanda önemli reformlar yapılarak millî Türk devletinin temelleri atıldı.
4 Ocak 1861’de Dolmabahçe Sarayı’nda doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Gülistü Kadınefendi’dir. Altı aylıkken babası, dört yaşında iken annesi öldüğünden üvey annesi Şâyeste Hanım tarafından büyütüldü. Özel hocalardan ders alarak ve Fâtih Medresesi’nde verilen bazı derslere devam ederek kendini yetiştirdi. Ağabeyi II. Abdülhamid’in hediye ettiği Çengelköy’deki köşke yerleşti ve padişah oluncaya kadar burada yaşadı. Veliaht Yûsuf İzzeddin Efendi’nin intiharı üzerine (1 Şubat 1916) resmen Osmanlı tahtının vârisi ilân edildi. Avusturya-Macaristan imparatorunun cenazesinde (1916) ve Alman imparatorunun davetinde (1917) padişahı temsil etti. Sultan Mehmed Reşad vefat edince (3 Temmuz 1918) VI. Mehmed adıyla tahta çıkarıldı. Ancak daha çok Sultan Vahdeddin (Vahîdeddin) olarak anıldı.
Millî Meclis huzurunda yemin ettikten sonra Talat Paşa hükümetini görevinde bırakan VI. Mehmed ilk iş olarak sarayda özel bir kurmay teşkilâtı kurup savaşı buradan izledi. Kıtlık ve pahalılıkla mücadele edileceğini açıkladı. Ayrıca savaş alanı dışındaki sıkıyönetim mahkemelerinin kaldırılmasını istemesi halk arasında memnuniyet uyandırdı. Ancak savaş iyi gitmiyordu. Filistin ve Suriye elden çıkmış, Anadolu tehdit altına girmişti. Padişahın fahrî yaveri unvanı verilmiş olan Mustafa Kemal Paşa padişaha çektiği telgrafta barıştan başka yapılacak bir şey kalmadığını bildirdi (7 Ekim 1918).
Padişah İttihatçı hükümetin istifasını istedi ve Ahmed Tevfik Paşa’yı hükümeti kurmakla görevlendirdi. Meclisin yeni yasama yılını açış nutkunda Wilson prensiplerine göre barış için başvurulduğunu, devletin şeref ve haysiyetine yakışır bir barış istediğini, vatanın çok kıymetli yerlerinin işgal edilmediğini, ordunun kahramanca başladığı görevini şerefle tamamlayacağı inancında olduğunu söyledi. Padişaha bir telgraf gönderen Mustafa Kemal Paşa, hükümeti Ahmed İzzet Paşa’nın kurmasını ve kendisinin de Harbiye nâzırı yapılmasını istedi. Padişah da hükümeti kurma görevini yaveri Ahmed İzzet Paşa’ya verdi (14 Ekim 1918). Harbiye nâzırlığını kendi üzerine alan Ahmed İzzet Paşa, kabineye Mustafa Kemal Paşa’nın grubundan Rauf (Orbay) ve Fethi (Okyar) beyleri de aldı. Padişah mütareke heyetinin başına eniştesi Damad Ferid Paşa’yı getirmek istiyordu. Sadrazam buna karşı çıktı ve Bahriye Nâzırı Rauf Bey’in başkanlığındaki Türk heyeti Mondros Mütarekesi’ni imzaladı (30 Ekim).
Saltanatının daha dördüncü ayını bile doldurmadan zor duruma düşen VI. Mehmed zaman kazanmaya çalıştı. Devletin içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesinin ancak İngiltere ve Fransa’nın kazanılmasıyla mümkün olabileceğine inandığından İngiliz dostluğu ve Fransız yakınlığı politikasını benimsedi. İtilâf devletleri ısrarla savaş suçlularının cezalandırılmalarını istiyorlardı. Padişaha göre bu suçlar ne ölçüde İttihatçılar’ın sırtına yüklenirse o ölçüde İtilâf devletlerinin gözünde temize çıkılabilir, böylece Osmanlı Devleti için şartları daha hafif bir barış antlaşması yapılabilirdi. İttihat ve Terakkî Partisi ileri gelenlerinin gizlice yurt dışına kaçmasına (2-3 Kasım gecesi) göz yumduğu ileri sürülen ve İttihatçılar’ın devamı gibi görülen bir hükümetle İstanbul’a gelmeye hazırlanan İtilâf devletleri temsilcilerinin karşılanmasını uygun görmediğinden İttihatçı nâzırların değiştirilmesini istedi. Padişahın bu müdahalesini anayasaya aykırı bulan Ahmed İzzet Paşa hükümeti toptan istifa etti (8 Kasım).
VI. Mehmed, yetmiş üç yaşındaki dünürü Tevfik Paşa’ya tarafsız kişilerden yeni bir hükümet kurdurdu. İki gün sonra da altmış gemiden oluşan İtilâf devletleri donanması büyük gövde gösterileriyle İstanbul’a geldi (13 Kasım). Tevfik Paşa hükümetinin meclisten güven oyu almasından sonra basına bir demeç veren padişah, savaş sırasında yaşananların sorumluluğunun halka değil İttihat ve Terakkî yönetimine ait olduğunu, İngiltere ile dostluğun devamı için bütün gücüyle çalışacağını bildirdi. Hükümetten de İttihatçılar’ı yargılamak üzere hemen olağan üstü bir mahkeme kurulmasını istedi. Hükümet de “Dîvân-ı Harb-i Örfî”lerin kurulmasına karar verdi. Meclis-i Meb‘ûsan, anayasaya göre olağan üstü mahkeme kurma yetkisinin kendilerine ait olduğunu ileri sürerek karşı çıktı. Bunun üzerine VI. Mehmed, bu olağan üstü dönemden parlamenter sistemle çıkılabileceğine inanmadığından anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclis-i Meb‘ûsan’ı feshetti (21 Aralık 1918). Anayasaya göre dört ay içinde yenilenmesi gereken seçimleri de ülkenin işgal altında olduğu gerekçesiyle barıştan sonraya erteledi. Onun mutlakiyete yönelmesinde dış gelişmelerin de etkisi büyüktü. Müttefiklerinden Bulgaristan kralı oğlu lehine tahtını terketmişti. Alman imparatoru tahtından feragat etmiş ve Cumhuriyet kurulmuştu. Avusturya-Macaristan imparatoru da tahttan çekildiği için Avusturya ve Macaristan cumhuriyetleri ortaya çıkmıştı. Padişahın korkusu İstanbul’un elden çıkması, hilâfet ve saltanatın kaldırılması idi. Gayri resmî temaslarla İngilizler’in dostluğunu ve desteğini sağlamak istedi. İstanbul’daki İngiliz temsilcilerinin raporlarında ifade edildiğine göre İngiltere’den Türkiye’nin yönetimine el koymasını bile talep etmişti. İngilizler’in İttihatçılar konusundaki baskılarına karşı İttihatçılar’dan kendisinin de çok çektiğini, İttihat ve Terakkî’ye karşı elinden geleni yapacağını, İngilizler’in istediği kişileri tutuklatıp yargılamaya hazır olduğunu, ancak bir ihtilâl sonucu tahtından, hatta hayatından olmaktan korktuğunu, bütün müttefiklerle dost olmayı arzu ettiğini ve İngiltere’den yardım beklediğini bildiriyordu. Elinde iki silâhı bulunduğunu, bunlardan birinin hilâfet, diğerinin İngiltere’nin yardımı olduğunu söyleyen padişah, İngiltere’nin kendisinin hilâfet sahipliğini desteklemeye niyeti olup olmadığını öğrenmek istiyordu.
Padişah, hükümetten İttihat ve Terakkî’ye sempati duyan üyelerin çıkarılması için Tevfik Paşa’yı istifa ettirerek yeniden hükümeti kurmakla görevlendirdi (13 Ocak 1919). İkinci Tevfik Paşa hükümeti onun çizgisine yakın isimlerden oluşuyordu. Padişah, tutuklamalara girişmeden önce Damad Ferid Paşa’yı İngiliz Yüksek Komiserliği’ne gönderip İttihatçılar’ı cezalandırmaya niyetli olduğunu, daha güçlü bir hükümet kurmayı düşündüğünü, fakat doğması muhtemel tepkiden çekindiğini, bu durumda İngilizler’in tepkisinin ne olacağını öğrenmek istediğini bildirdi. İngilizler herhangi bir bağlantıya girmekten kaçındılar. Diyarbekir eski valisi Reşid Bey’in hapishaneden kaçması (25 Ocak) İngilizler’in baskılarının artmasına sebep oldu. Daha önce Dahiliye Nâzırı İzzet Bey tarafından İngilizler’e verilen altmış kişilik listenin otuzu tutuklandı. İngilizler yirmi üç kişinin kendilerine teslim edilmesini istediler.
Bu sırada İstanbul’a gelen Fransız Generali d’Esperey, padişahın ve hükümetinin oyalamalarından yakınarak bir tabur askerle saraya gidip istediklerini yaptırmakla tehdit etti. Sadrazamı ziyaret etmeden onu elçiliğe çağırdı. Türkiye’yi savaşa sokanlar hakkında sert uygulamaya girişilmediği takdirde Osmanlı Devleti’ne dair verilecek kararın ağır olacağını söyledi. Hükümet ise İngilizler’in teslimini istediği yirmi üç kişiyi veremeyeceğini bildirdi. Fransızlar tutuklanmasını istedikleri otuz altı kişilik bir listeyi hükümete verdiler. İtilâf devletleriyle anlaşabilecek bir hükümet kurmak isteyen padişah, Bâbıâli’ye gönderdiği tezkerede hükümetin üç buçuk aydır bir şey yapamamasından şikâyet etti. Padişahın sert üslûbu karşısında Tevfik Paşa istifa etti ve Damad Ferid Paşa sadârete getirildi (4 Mart 1919).
Hürriyet ve İtilâf Fırkası mensuplarından oluşan yeni hükümet, eski sadrazamlardan Said Halim Paşa dahil İttihat ve Terakkî’nin ileri gelenlerini tutukladı. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in yargılanması hemen sonuçlandırıldı ve idam cezası şeyhülislâmın fetvası, padişahın kararı imzalamasıyla Beyazıt Meydanı’nda infaz edildi. Türk halkının “millî şehid” unvanını verdiği Kemal Bey’in naaşının üniversite öğrencilerinin elleri üzerinde bayrağa sarılı olarak taşınması İtilâf devletlerinin sertleşmesine sebep oldu. Telâşa kapılan sadrazam padişahın ve kendisinin tek ümitlerinin Allah’tan sonra İngiltere olduğunu söylüyordu. Buna rağmen Bâbıâli’nin Paris Konferansı’na temsilci gönderme isteği reddedildiği gibi padişahın konuyu bir yetkiliyle görüşme isteği de geri çevrildi. İtilâf devletleri hükümetin her işine müdahale ediyordu. Öte yandan padişah, Anadolu ve Rumeli’ye şehzadelerin başkanlığında gönderdiği nasihat heyetleriyle halkı sakinleştirmeye çalışıyordu.
İtilâf devletleri, asayişin sağlanması için subayların Anadolu’daki birliklerin başına tayinine izin verdiler. Mustafa Kemal Paşa da Dokuzuncu Ordu müfettişliğine tayin edildi (30 Nisan). Görevi İngilizler’in şikâyet ettikleri asayişi sağlamaktı. Ancak kendisine verilen tâlimatnâmeye göre mülkî ve idarî personele de emir verme yetkisine sahipti. Ayrıca yetkileri sadece Dokuzuncu Ordu bölgesiyle sınırlı olmayıp bütün Anadolu’yu kapsıyordu. Padişah, İzmir’in işgali üzerine istifa eden Damad Ferid’e ikinci hükümetini kurdurdu (19 Mayıs). Millî galeyanı teskin etmek için partilere ve saraya bağlı olmayan, milliyetçi ve namuslu tanınan on kişi kabineye sandalyesiz nâzır olarak alındı. Hükümet tutuklu bulunan yirmi üç milliyetçiyi serbest bıraktı. Daha önce İttihatçılar’ın tutuklanması durdurulmuş ve yargılanmaları ertelenmişti. Padişahın sarayda topladığı saltanat şûrasında (26 Mayıs) konuşanların tamamı, tam bağımsızlığı ve âcilen bir millet şûrası kurularak milletin mukadderatının bu olağan üstü şûraya havale edilmesini savundu. Bundan rahatsız olan İtilâf devletleri, Bekir Ağa Bölüğü’ndeki altmış yedi tutukluyu Malta’ya sürdüler (27 Mayıs). Müttefiklerin hükümeti Paris Konferansı’na davet etmesi üzerine İttihatçılar’ın yargılanmasına ve tutuklanmasına yeniden başlandı. Konferansa katılacak kişileri bizzat belirleyen padişah Damad Ferid Paşa’ya pek güvenmediği için Tevfik Paşa’yı da heyete dahil etti.
Yunan işgaline karşı Müdâfaa-i Hukuk cemiyetlerinin başlattığı silâhlı direniş giderek yayılıyordu. İngilizler millî akımların gerisinde İttihatçı ideolojinin olduğunu iddia ediyor, padişaha ve hükümete baskı yaparak Mustafa Kemal’in geri getirilmesini istiyorlardı. Bu sırada padişahın oturduğu Yıldız Sarayı’nda büyük bir yangın çıktı (8 Haziran). Bütün eşyaları yanan ve canını zor kurtaran padişah, “Milletimin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum; kendi evim yanmış, ne önemi var?” diyordu (Türkgeldi, s. 227). Veliaht Abdülmecid Efendi de padişaha bir yazı vererek, izlenen İngiliz taraftarı politikayı ve Damad Ferid Paşa’nın konferansa gönderilmesini eleştirdi (12 Haziran). Yazıyı ele geçiren İngilizler milliyetçilerin padişaha karşı bir darbe hazırlığı içinde bulundukları ve Yıldız Sarayı yangınının da bir suikast sonucu çıktığı şâyiasını yaydılar.
Siyasî eğilimlerini dışa vurma konusunda son derece ihtiyatlı davranan padişah Mustafa Kemal Paşa’yı geri getirme çabalarına ilgisiz kaldı. Hükümet bir genelgeyle Mustafa Kemal’in azlini ilân ettiği halde (23 Haziran) padişah sessiz kalmayı tercih etti. Üçüncü Ordu müfettişi imzasıyla padişaha telgraf çeken Mustafa Kemal Paşa hükümetin tutumundan şikâyet etmiş, zorlanırsa görevinden istifa edip milletin sinesinde kalarak mücadeleye devam edeceğini bildirmişti. Padişah da verdiği cevapta, İngilizler’in hükümete baskı yaparak kendisine haysiyet kırıcı muamelede bulunmalarından çekindiğinden istifa edip İstanbul’a gelmesini doğru bulmamaktaydı. Azlini de uygun görmemekte, harbiyeden iki ay izin alarak durum belli oluncaya kadar istediği bir yerde dinlenmesini tavsiye etmekteydi.
İngiliz istihbaratı, Anadolu’da gelişen millî direnişin arkasında padişahın ve hükümetinin olduğunu yayıyordu. Samsun’da İngilizler’le Refet Bey arasında yaşanan gerginlik üzerine, İngilizler sert bir nota vererek Mustafa Kemal’in tutuklanıp İstanbul’a getirilmesini ve Refet Bey’in de azlini istediler. Padişah Erzurum’da bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekti. Telgrafta İngilizler’in paşanın hemen İstanbul’a gelmesini istediklerini, kendisine haysiyet kırıcı bir muamelede bulunmayacaklarına dair garanti verdiklerini belirtti. Bu telgrafın cevabını beklemeden gönderdiği ikinci telgrafta ise Mustafa Kemal Paşa’nın Üçüncü Ordu müfettişliği görevinden azledildiğini ve İstanbul’a dönmesi gerektiğini bildiriyordu (8-9 Temmuz gecesi). Mustafa Kemal Paşa da padişahı ve hükümeti daha fazla sıkıntıya sokmamak için askerlik mesleğinden istifa ettiğini, sivil olarak millet ve padişah için çalışmaya devam edeceğini beyan etti.
VI. Mehmed, Samsun’daki olayla bir ilişkisinin olmadığını İngilizler’e ispat etme gayreti içine girdi. Amiral Calthorp’a özel bir haber göndererek (8 Temmuz), Aydın’ı mezbahaya çeviren Yunan mezaliminden şikâyet etti. Yunanlılar’ın taşkınlıkları durdurulmazsa Anadolu halkını tutmanın zorlaşacağını bildirdi. Ordusu terhis edildiği için düzeni koruyacak askerinin bulunmadığını, gidişin korkunç ve tehlikeli bir boyut kazandığını, felâketleri önlemede İngiliz hükümeti dışında bir ümit görmediğini söyledi.
Sadrazam Paris’ten hiçbir olumlu sonuç almadan İstanbul’a döndü (15 Temmuz). Ertesi gün padişaha bir lâyiha veren veliaht Abdülmecid Efendi, sadrazamın konferanstaki tutumunu, izlenen politikayı ve hükümetin millî harekete karşı tavrını şiddetle eleştirdi. Fakat padişah, bir türlü vazgeçemediği Damad Ferid Paşa’ya tarafsız kişilerden üçüncü hükümetini kurdurdu (20 Temmuz). Millî harekete sempati duyan Tevfik, Ahmed İzzet ve Ali Rızâ paşaları da sandalyesiz nâzır olarak tayin etti. Sadrazam bir genelge yayımlayıp Anadolu’da bir millî kongre toplanmasına karşı çıktı. İki gün sonra Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında açılan Erzurum Kongresi (23 Temmuz) padişaha bir bağlılık telgrafı çekerek çalışmalarına başladı. Kongre sadrazamın genelgesini eleştiren bir telgrafı saraya gönderdi. İngilizler hükümete bir nota verip (24 Temmuz) Mustafa Kemal Paşa’ya âsi muamelesi yapılmasını istediler. Sadrazam, uzun mücadelelerden sonra Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey’in tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesi konusunda hükümetten karar çıkartabildi (29 Temmuz). Buna karşı çıkan Ahmed İzzed Paşa istifa etti. Veliaht Abdülmecid Efendi, hemen saraya gidip Damad Ferid Paşa’yı körü körüne tuttuğu için padişaha hakaret derecesinde eleştirilerde bulundu. İngiliz Yüksek Komiserliği Müsteşarı Hohler’le görüşen Damad Ferid Paşa padişahın ve kendisinin şahsî güvenliklerinin ne olacağını sordu. Hohler de hükümetinin kendileriyle yakından ilgileneceğini söyledi. Ayrıca İtilâf devletleri Yunan ve İtalyan işgallerinin sınırlandırılacağını bildirdiler. Damad Ferid Paşa da Kuvâ-yi Milliye’yi dağıtmak için harekete geçti. Padişaha bizzat imzalattığı irade ile Mustafa Kemal Paşa’nın bütün nişanları geri alındığı gibi fahrî padişah yaverliği rütbesi de kaldırıldı (9 Ağustos). Hükümetin bu politikasını eleştiren Tevfik Paşa iki gün sonra istifa etti. Hükümet 4 Eylül’de başlayan Sivas Kongresi’ni dağıtmak istediyse de başaramadı. Mustafa Kemal ile padişah arasına âdeta aşılmaz bir duvar örüldü. Kuvâ-yi Milliye “meşrû” bir hükümet kuruluncaya kadar İstanbul’la ilişkilerini kestiğini duyurdu (11-12 Eylül gecesi). Anadolu ile İstanbul arasındaki ilişkilerin kopma noktasına gelmesi üzerine İngilizler hükümetin Kuvâ-yi Milliye ile anlaşmasını istediler. Mustafa Kemal’in Sivas’tan gönderdiği mektubu Müşir Fuad Paşa bizzat padişaha takdim etti (29 Eylül). Paşa millî bir hükümetin kurulmasını istiyordu. Padişah hemen hükümeti istifa ettirerek Ali Rızâ Paşa’yı sadârete getirdi (2 Ekim 1919).
Yeni hükümete Kuvâ-yi Milliye’ye karşı olan kimseler alınmadı. Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlenen Hey’et-i Temsîliyye’den Mersinli Cemal Paşa Harbiye nâzırlığına getirildi. İstanbul ile Anadolu arasında yirmi gündür kapalı bulunan telgraf bağlantısı yeniden açıldı. Mustafa Kemal Paşa padişahla haberleşme imkânına kavuştu. Hükümet bütün mesaisini Anadolu ile İstanbul’un uzlaştırılmasına hasretti. Amasya’da yapılan görüşmelerde (20-22 Ekim) başta seçimler olmak üzere her konuda anlaşma sağlanarak bir protokol imzalandı.
Ali Rızâ Paşa hükümetinden memnun olmayan müttefikler padişahın korkularını tahrik etmek için İstanbul’un geleceğini tartışmaya başladılar. İngilizler Türkler’in İstanbul’dan çıkarılmasını istiyorlardı. Söylentilerden telâşa kapılan padişah İtilâf devletleri temsilcileriyle görüşmek istediyse de olumlu cevap alamadı. İngilizler’den ümidini kesince Amerikalılar’a yaklaşmak istedi. Bir Amerikan ajansına verdiği mülâkatta bir an önce barış istediğini, zira gecikmenin savaştan kötü olduğunu söylüyordu. Doğu’da istenilen barışın ancak Türkiye’nin bağımsızlığının devam ettirilmesiyle sağlanabileceğini ifade ediyordu.
Bu sırada yapılan seçimleri daha çok Kuvâ-yi Milliyeciler’in kazanması meclise karşı yoğun bir tepki ve isteksizlik doğurdu. Müttefikler seçimleri İttihatçılar’ın kazandığını, iptal edilebileceğini, bu takdirde doğabilecek sonuçları tartışıyorlardı. İtilâf devletlerinden çekinen padişah meclisin açılışını geciktiriyor, değişik kişilerle görüşerek bir çıkış yolu arıyordu. Konferanstan basına yansıyan haberlere göre başşehir Bursa veya Konya’ya nakledilecek, İstanbul sadece hilâfetin merkezi olacaktı. İstanbul’a gelmiş bulunan mebusların padişahı sıkıştırması sonucunda meclis açılabildi (12 Ocak 1920). Padişah hastalığını bahane ederek açılışa katılmadı. Bir eleştiriye mâruz kalmamak için de sağlığıyla ilgili raporları gazetelerde yayımlattı. İngiliz istihbaratına göre padişah, Mustafa Kemal Paşa’nın temsilcisi Kara Vâsıf’la görüştükten sonra meclisin açılmasını emretmiş, İngilizler’in meclisi kapatmaları ihtimalinden dolayı da açılışa katılmamıştı.
Mustafa Kemal Paşa padişaha bir geçmiş olsun telgrafı çekti. O da cevap vererek teşekkür etti. Hakkâri mebusu Ahmed Mazhar Müfit’i (Kansu) kabul eden padişah Hey’et-i Temsîliyye’nin saltanat tacının pırlantaları olduğunu belirtti. Mustafa Kemal’i sordu ve kendisiyle konuşmaya hasret kaldığını söyledi. Vatanın kurtarılması konusunda fikrini öğrenmek istediği Mazhar Müfit Bey’in padişahın Anadolu’ya, hatta Bursa’ya kadar gitmesiyle meselenin halledileceğini bildirmesi üzerine sinirlenerek, “Ecdadımın pâyitahtından bana firar mı teklif ediyorsunuz?” diye bağırdı. Muhalif basın Anadolu’daki millî direnişin İstanbul’un geleceğini tehlikeye soktuğunu ileri sürüyordu. Aslında padişah bu hareketten siyaset düzleminde yararlanmayı umuyordu. İngiliz ajanları eğer İstanbul ve İzmir kaybedilecek olursa milliyetçilere, “Ne yaparsanız yapın, memleketi kurtarabilirseniz ne âlâ!” denileceğini haber veriyorlardı.
Bu haberlerden telâşlanan müttefikler, Osmanlı askerlerinin Topkapı Sarayı ve Ayasofya çevresinden uzaklaştırılmasını, padişahı İttihatçı bir darbeden korumak veya Anadolu’ya kaçmasını önlemek için Yıldız Sarayı’nın göz altında bulundurulmasını kararlaştırdılar. Kuvâ-yi Milliye’yi destekleyen Harbiye Nâzırı Cemal Paşa ile Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Reisi Cevad Paşa’nın görevlerinden çekilmelerini istediler (20 Ocak). Padişaha da haber gönderip paşalar istifa etmezse tutuklanacaklarını bildirdiler. Hükümet ertesi gün paşaların istifalarının padişah tarafından kabul edildiğini bildirmek zorunda kaldı. Kuvâ-yi Milliye, İngilizler’in koruduğu Akbaş cephaneliğini basarak (26-27 Ocak) buna cevap verdi. Padişahın çıkardığı irade ile Mustafa Kemal’in madalyaları geri verildi (3 Şubat 1920). Millî hareketi destekleyen mebuslar Felâh-ı Vatan adıyla bir grup oluşturdular (6 Şubat). Meclis Mîsâk-ı Millî’yi kabul etti (17 Şubat).
Akbaş cephaneliğinden alınan malzemeyi geri isteyen müttefikler Türk birliklerinin Ege’de 3 km. geri çekilmesi taleplerini bir nota ile tekrarladılar (16 Şubat). Aynı gün Anzavur’u harekete geçirerek İstanbul’da büyük bir gövde gösterisinde bulundular (21 Şubat). Bu sırada yazılan İngiliz istihbarat raporları, milliyetçilerin aslında ihtilâlci olduğu görüşünün saray çevrelerinde de hâkim olmaya başladığını haber veriyordu. Ayrıca Damad Ferid Paşa’nın tekrar sadârete getirilmesinden söz ediliyordu. Fransız istihbaratı böyle bir durumda Anadolu’nun karışacağını söylüyordu. Meclis Damad Ferid Paşa’nın yüce divanda yargılanmasını kararlaştırmıştı. İstanbul’daki müttefik temsilcileri, sadrazamı ziyaret ederek Damad Ferid Paşa’nın yüce divana sevkini kabul edemeyeceklerini, ısrar edilirse fiilen müdahale edeceklerini bildirdiler (1 Mart). Ertesi gün Yunan ordusunu harekete geçirdiler. Müttefiklerin yoğun baskıları karşısında hükümet istifa etti (3 Mart 1920). Padişah Damad Ferid Paşa’nın hükümeti kurması fikrini benimsemedi. Görüşmeler sonunda Ali Rızâ Paşa çizgisinde bir hükümetin zorunlu olduğu kanaatine vararak Sâlih Paşa’yı sadârete getirdi (8 Mart). Sâlih Paşa’dan kabineye mebuslardan üye almamasını, seçtiği kişileri de önce saraya bildirmesini istedi. Paşa mebuslardan üye almamakla birlikte seçtiği kimseleri saraya danışmadı. Rauf Bey’e göre yeni hükümet Damad Ferid Paşa’ya zaman kazandırmak için sarayın bir tertibiydi. Damad Ferid Paşa tehlikesi hâlâ devam ediyordu. İngiliz istihbarat raporları da milliyetçiler sırf kendilerinden oluşan bir hükümet istedikleri halde padişahın tarafsız bir hükümet kurmayı başardığını, müttefiklerin desteği olmadan Damad Ferid Paşa’yı görevlendirmeyeceğini yazıyordu.
İtilâf devletleri, padişahı sıkıştırmak için Londra Konferansı’nda almış oldukları (5 Mart) İstanbul’un işgali kararını uygulamaya koydular. Önce İstanbul’daki Rum ve Ermeniler’in katledileceği haberleri yayıldı. Arkasından İstanbul resmen işgal edilerek bütün resmî kurumlar ele geçirildi (16 Mart 1920). Milliyetçi liderler tutuklanıp Malta’ya sürüldü. Fransız Yüksek Komiserliği müsteşarı işgalle ilgili notayı ve resmî tebliği padişaha takdim etti. İstanbul işgal edilmekle birlikte idaresi Türkler’e bırakılıyordu. İşgalin amacının saltanatın nüfuzunu kırmak değil, aksine güçlendirmek olduğu belirtiliyordu. Türkler’i İstanbul’dan atmaya niyetli olmadıklarını, işgalin geçici olduğunu, fakat Anadolu’da bir karışıklık çıkarsa bu kararın değişebileceğini söylüyorlardı. Anadolu’ya da gönderilen resmî tebliğde herkesin işine gücüne bakması, Osmanlı Devleti enkazından yeni bir Türkiye kurmak isteyenlere kapılmamaları tavsiye ediliyordu. Saltanat merkezi İstanbul’dan padişahın vereceği emirlere itaat edilmesi isteniyordu. Buna uymayanların şiddetle cezalandırılacağı ifade ediliyordu. Padişah, başkâtibi aracılığıyla tebliği ve notayı üzüntüyle aldığını bildirdi. İtilâf devletleriyle iş birliğini her zaman arzu ettiğini, İstanbul’da belli başlı milliyetçi liderlerin tutuklanmasından rahatlık duyduğunu, müttefikler böyle bir karar almamış olsalardı bunu bizzat kendisinin yapmak zorunda kalacağını söyledi. Bildiride yer alan kendi yetkileriyle ilgili garantileri takdirle karşıladığını ifade etti.
İşgalciler padişaha açıkça destek verirken milliyetçileri mahkûm ediyorlardı. Altı aydır İstanbul ile Anadolu arasında oluşan yakınlığı bozmaya yönelik bu komplodan padişahın çok korktuğu anlaşılmaktadır. Nitekim daha önceden kararlaştırıldığı için meclisten bir heyeti kabul eden padişah, İngilizler’in her şeyi yapabileceklerini belirterek mebuslara konuşmalarına dikkat etmeleri tavsiyesinde bulundu. Milletin padişaha bağlı olduğunun, İngilizler’in Anadolu’ya bir şey yapamayacaklarının söylenmesi üzerine de onların isterlerse yarın Ankara’ya bile gidebileceklerini ifade etmişti. Heyette bulunan Rauf Bey, padişahtan meclis kararı olmadan herhangi bir milletlerarası belgeyi imzalamamasını istedi. Buna sinirlenen padişah, “Rauf Bey, ortada bir millet var, koyun sürüsü! İdaresi için bir çoban lâzım, o da benim!” diyerek işgal altındaki bir meclisin hiçbir şey yapamayacağını anlatmaya çalıştı.
Hükümet, İtilâf devletlerinin milliyetçileri “kınama” ve “reddetme” isteklerini kabul etmediği için istifa ettirildi (2 Nisan). Meclis ikinci başkanı Kâzım Bey, İngilizler’den sağlam bir teminat alınmadan Damad Ferid Paşa’nın sadârete getirilmesinin memleket ve saltanat için felâket olacağını bildirdi. Padişah öfkelenip, “Ben istersem Rum patriğini de Ermeni patriğini de getiririm, hahambaşıyı da getiririm” diyerek Damad Ferid Paşa’yı dördüncü defa hükümeti kurmakla görevlendirdi (5 Nisan). Hükümeti görevlendirme yazısında, İtilâf devletlerinin aylardır Ali Rızâ Paşa ve Sâlih Paşa hükümetlerine kabul ettiremedikleri ve söyletemedikleri ifadeleri kullandı ve Anadolu ile bağları tamamen kopardı. İngilizler’in baskısıyla milliyetçilerin “kâfir”, öldürülmelerinin “farz” olduğunu bildiren fetvalar yayımlanıp İngiliz uçaklarından atıldı. Meclis padişah iradesiyle kapatıldı (11 Nisan). Kuvâ-yi Milliye’ye karşı Kuvâ-yi İnzibâtiyye kuruldu (18 Nisan).
Hey’et-i Temsîliyye’nin öncülüğünde Ankara’da Büyük Millet Meclisi toplanarak (23 Nisan 1920) milletin yegâne temsilcisi olduğunu bütün dünyaya ilân etti. İstanbul’dan kaçıp Ankara’ya gelen Fevzi Paşa (Çakmak) mecliste yaptığı konuşmada, hilâfet ve saltanat makamının büsbütün tehlikeye düşmemesi için İstanbul’da işgalcilerin suyundan gidildiğini anlattı. Padişahın elli yıllık kötülüklerin kendisi ve hükümeti üzerine yıkıldığını görmekten üzüldüğünü, enkazın altında ezildiğini, “Aman Anadolu ile irtibatı sağlayın” dediğini ifade etti. Paşanın konuşmasından sonra padişaha bir bağlılık telgrafı çekildi. Meclis Anadolu’daki hareketin esir padişahı kurtarmak için yapıldığını açıkladı. Buna İstanbul’un cevabı, Mustafa Kemal Paşa’yı ve beş arkadaşını sıkıyönetim mahkemesinde idama mahkûm ettirmek oldu (24 Mayıs). Karar padişah tarafından da imzalanmıştı. İşgalcilerin suyuna giden sadrazam, Paris Konferansı’ndan kabul edilmesi imkânsız barış şartlarını alarak İstanbul’a döndü (11 Temmuz). Padişah, “musibetler mecmuası” olarak nitelendirdiği barış şartlarını görüşmek üzere sarayda saltanat şûrasını topladı (22 Temmuz). Sadrazam, eğer antlaşma reddedilirse İstanbul’un Yunan askerince istilâ edileceğinin gelen bir telgraftan anlaşıldığını bildirdi. Konuşmalardan sonra Topçu Feriki Rızâ Paşa dışında herkes antlaşmanın imzalanmasını kabul etti. Saltanat şûrasından aldığı cesaretle Anadolu harekâtını bastırmak üzere hükümette değişiklik yaparak beşinci kabinesini oluşturan Damad Ferid Paşa milliyetçileri suçlayan bir bildiri yayımladı. Sevr Antlaşması imzalandı (10 Ağustos 1920). Buna Ankara’nın tepkisi çok sert oldu. Meclisin gizli oturumunda (25 Eylül) padişahın meşrû halife sayılamayacağı ileri sürüldü. Mustafa Kemal Paşa da padişahı hainlikle suçladı. Fakat İslâm dünyasının yegâne dayanağı olan hilâfet makamını ihmal etmenin akıl kârı olmadığını, kurtuluşa ulaşmak için saltanata ve hilâfete bağlılığın devam etmesi gerektiğini savundu. Diğer taraftan Sevr’i imzalayanlarla Damad Ferid Paşa Ankara İstiklâl Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildi (7 Ekim).
Padişah bütün baskılara rağmen antlaşmayı tasdik etmemişti. Antlaşmanın hemen tasdikini isteyen İngilizler’in teklifini Anadolu’daki kıvılcımı daha da alevlendireceğini söyleyerek reddetmişti. İşi zamana bırakma politikasını izleyen padişah, sadrazamına inanmış görünüp İtilâf devletlerinin daha ileri gitmesini önlerken aynı zamanda antlaşmanın sorumluluğunu da hükümete yüklemiş oluyordu. Nitekim Hürriyet ve İtilâf Fırkası başta olmak üzere bütün muhalefet Damad Ferid Paşa’yı eleştiriyordu.
İtilâf devletleri, İstanbul’daki yüksek komiserlerini padişaha göndererek Damad Ferid Paşa hükümetinin değiştirilmesini ve Anadolu ile anlaşabilecek bir hükümetin kurulmasını istediler. Padişah Tevfik Paşa’yı sadârete getirdi (21 Ekim). Hükümet Millî Mücadele’ye sempati duyan kişilerden oluşturuldu. Ankara ile görüşmelerde bulunmak üzere eski sadrazamlardan Dahiliye Nâzırı Ahmed İzzet ve Bahriye Nâzırı Sâlih paşaların da dahil olduğu bir heyet Bilecik’e gönderildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul hükümetini tanımadığını söylediği için görüşmelere sıfatsız ve yetkisiz devam edildi. Heyet Ankara’ya götürülerek bir buçuk ay burada tutuldu. Bu sırada Yunanlılar’a karşı ilk zafer İnönü’de kazanıldı (10 Ocak 1921). Antlaşmada yapılacak değişiklikleri görüşmek üzere İstanbul hükümetini Londra Konferansı’na davet eden müttefikler, murahhas heyetinde Ankara hükümetince belirlenecek yetkili kişilerin de bulunmasını şart koşmuşlardı. Ankara buna tepki gösterdi ve İstanbul hükümetini tanımadığını bildirdi. Meclisin gizli oturumunda (8 Şubat) padişahın hal‘edilmesi gündeme geldi. Mustafa Kemal Paşa da padişahın antlaşmayı kabul etmekle hilâfet makamının boşaldığını, fakat bunu itiraf etmek istemediklerini, padişah istifa etmedikçe yerine yenisinin seçilmesinin tehlikelerini anlattı. Tevfik Paşa’ya verdiği cevapta Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin tanınmasını istediyse de bu teklif kabul edilmedi.
Padişah Anadolu harekâtının gerisinde hep İttihatçılar’ın olduğuna inandırılmıştı. İstanbul’u kaybetme korkusu padişahın Millî Mücadeleciler’le sıkı ilişkiler kurmasını önlemişti. Ankara’nın, padişahın işgal altında iradesini kullanamadığı gerçeğinden hareketle ülkenin yönetimine el koymasını kendisine karşı bir baş kaldırı olarak değerlendiriyordu. Bu sebeple Mustafa Kemal Paşa’yı âsi ilân etmişti. İsyancı olarak gördüğü tarafla uzlaşmanın ve temas kurmanın bir hükümdar için hiçbir şekilde söz konusu olamayacağına inanıyordu. İngiliz yüksek komiseri Rumbold’la görüşürken (23 Mart 1921) Mustafa Kemal Paşa’nın “devrimci” olduğunu söylüyordu. Sözü hilâfet konusuna getirerek, “Zorla bir halife ilân edebilirler. Hilâfetin İstanbul’dan doğuya kaldırılması felâketli neticeler getirir. Halifelik puslu havayı seven kurtların elinde alet olur” diyordu. Yıllar sonra yazılan hâtıralarında da Mustafa Kemal’i kendisinin gönderdiğini, fakat onun açıkça isyan ettiğini, Damad Ferid Paşa’nın onu görevinden almak ve aklını başına getirmek istediğini, ancak başaramadığını, bir uzlaşma sağlanması için Tevfik Paşa’yı göreve çağırdığını, onun da muvaffak olamadığını söyleyecektir.
Mudanya Mütarekesi’nden sonra İstanbul’a gelen (19 Ekim) Refet Paşa, yakında toplanacak konferansa İstanbul hükümetinin katılmamasını ve padişahın bir bildiriyle Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetini tanıdığını ilân etmesini istedi. Hükümet padişaha haber vermeden öneriyi reddetti. Refet Paşa bizzat padişahla görüşerek Ankara hükümetinin bir gerçek olduğunu, düşmana karşı vatanı kurtarıp ülkenin tek meşrû gücü olduğunu ispatladığını, İstanbul’daki hükümetin bir anlamının kalmadığını, hemen dağıtılarak Ankara hükümetinin tanınmasını istedi. Konferansta tahtın temsilcisi olarak İstanbul hükümetinin bulunmasında ısrar eden padişah meşrutî hükümdar olduğunu ve hükümeti dağıtamayacağını ileri sürüp teklifi reddetti.
Padişahın Ankara hükümetini tanımaması ve İstanbul hükümetinin Lozan Konferansı’na katılma kararı alması üzerine meclis saltanatı kaldırdı (1 Kasım 1922). İstanbul hükümeti, İstanbul’un resmen işgal edildiği 16 Mart 1920’den itibaren tarihe intikal etmiş sayıldı. Hilâfet makamının Türkiye Devleti’ne dayandığı, halifeliğin Osmanlı hânedanına ait olduğu ve halifenin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından tayin edileceği ilân edildi. Meclisin bu kararları aldığı saatlerde hiç kimseye haber vermeden câriyelerden on dokuz yaşındaki Çerkez asıllı Nevzad Hanım’la evlenen VI. Mehmed saltanatsız hilâfetin olamayacağını ileri sürerek karara tepki gösterdi. Meclisin kararını tebliğ eden Refet Paşa’ya icra yetkisi olmayan böyle bir hilâfetin varlığı kabul edilse bile kendisinin bunu kabul edemeyeceğini söyledi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, saltanatı kaldırdığı ve hilâfeti de yeni şartlara bağladığı halde hükümet padişahın hal‘ine dair bir tebliğde bulunmamıştı. Halifeye ait makam tahsisatını da kesmemişti. Meclis verilen önergeleri kabul ederek padişahın yargılanmasına karar vermiş, fakat yargılama şekli belirlenmemişti. Gazeteler padişahın ihanetine dair haberler yayımlıyordu. Meydanlarda padişah tel‘in edilirken tahtından feragat ettiği, hatta kaçtığı dahi söyleniyordu. Tevfik Paşa, padişahın milletin önünde kendisini savunmak arzusunda olduğunu bildirdi. Kabine üyelerinin çoğunun ayrılması üzerine padişahın karşı çıkmasına rağmen kendisi de istifa etti (4 Kasım). Fakat padişaha iade etmesi gereken mühr-i hümâyunu vermedi ve padişahla bir daha görüşmedi. VI. Mehmed hâtıratında Tevfik Paşa’yı Mustafa Kemal Paşa’nın adamı olmakla, ikili oynamakla ve istifa ederek en zor gününde kendisini yalnız bırakmakla suçlamıştır.
Bu sırada Ali Kemal’in İstanbul’dan alınıp yargılanmak üzere Ankara’ya götürülürken İzmit’te linç ettirilmesi İstanbul’da bomba tesiri yaptı. Anadolu harekâtına karşı sarayın yanında yer alanlar büyük telâşa kapıldılar. Vize alabilenler kaçıyor, alamayanlar İngiliz askerlerine sığınıyordu. Kaçacak parayı tedarik etmek için saraya gelenlerden bunalan padişah hareminden dışarı çıkmıyordu. Saltanatın ilgasından sonra ilk defa cuma selâmlığına çıkan (10 Kasım) padişahın hutbede adı zikredilmedi. VI. Mehmed, bu merasimde yalnız bırakılmasından ve basında aleyhine çıkan yazılardan artık hayatının da tehlikede olduğunu kabul ederek memleketten uzaklaşmaya karar verdi. Zaten İngilizler de gereken hazırlığı yapmışlardı.
Padişahın İstanbul’un işgalinden sonraki dönemde İngilizler’le yaptığı resmî temaslarında tek konu şahsî güvenliğinin sağlanmasıydı. İngilizler, daha büyük zafere yaklaşıldığı günlerde (22 Ağustos) padişahın kaçırılması için İngiliz donanmasının hazırlıklı olmasını istiyordu. Zaferden sonra İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği gerekli hazırlıkların yapıldığını merkeze bildirdi. Padişahın götürüleceği yer dahi belirlenmişti. Bir süre Malta’da tutulacak, ardından başka bir yere nakledilecekti. VI. Mehmed, eski kayınbiraderi ve fahrî yaveri Binbaşı Zeki Bey’i İngiliz işgal kuvvetleri başkumandanı General Harington’a göndererek İngilizler’in beklediği müracaatı yaptı (15 Kasım). Son olaylar üzerine hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünü, Osmanlı saltanatı ve İslâm hilâfeti üzerindeki meşrû ve mukaddes haklarını muhafaza etmek şartıyla hayatının korunmasını en çok müslüman tebaaya sahip olan İngiltere’den beklediğini bildirdi.
Harington sultan-halifenin arzularının yerine getirileceğini, ancak talebin yazılı yapılması gerektiğini söyledi. İngilizler konuyu bir de padişahın doktoru Reşad Paşa’dan öğrenmek istediler. Reşad Paşa, Vahdeddin’in pek telâşlı olduğunu ve İstanbul’dan uzaklaşmak istediğini doğruladı. Harington, hemen Zeki Bey’e haber gönderip hükümdarı aynı gece bir iki saat içinde kaçırabileceklerini bildirdi. Zeki Bey de halifenin en kısa zamanda gitmek istediğini, ancak cuma sabahını tercih ettiğini söyledi. VI. Mehmed ertesi gün İngilizler’in istediği yazıyı Zeki Bey’le gönderdi. Bizzat kaleme aldığı yazıda padişah şöyle diyordu: “İstanbul’daki işgal orduları başkumandanı General Harington cenaplarına. İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devlet-i fahîmesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahall-i âhara naklimi talep ederim efendim (16 Kasım 1922).” Yazıyı da “Müslümanların halifesi Mehmed Vahdeddin” diye imzalamış, padişah sıfatını kullanmamıştı.
Padişahın 17 Kasım 1922 Cuma sabahı İstanbul’dan Malaya adlı gemiyle çıkarılması kararlaştırıldı. VI. Mehmed o geceyi Cihannümâ Köşkü’nde geçirdi. Şahsî eşyaları dışında değerli eşya ve mücevherat almamaya özen gösterdi. Adamlarına tomar tomar evrakı şöminede yaktırdı. Bazı evrakla bir gün önce saray hazinesine iade ettiği çok kıymetli mücevher çekmecenin makbuzunu yanına aldı. Zeki Bey’in hilâfete ait mukaddes emanetlerin birlikte götürülmesi teklifini bunların Türk milletine ecdadının armağanı olduğunu söyleyerek reddetti. Son Osmanlı hükümdarını Yıldız Sarayı’ndan bizzat Harington aldı. Padişah ve maiyetinde bulunan on kişi sabah erkenden bir İngiliz taburu tarafından merasimle uğurlandı. VI. Mehmed gemiye bindiğinde İngiltere’nin Akdeniz filosu kumandanı kral adına kendisini karşılayarak artık İngiliz toprağında ve güvenlikte olduğunu söyledi. Özellikle gitmek istediği herhangi bir yer olup olmadığını öğrenmek istedi. VI. Mehmed’in hiçbir tercihinin bulunmadığını söylemesi üzerine Malta’nın uygun olup olmadığını sordu ve uygun olduğu cevabını aldı. Ancak padişah yapılacak açıklamada Malta’dan bahsedilmemesini, bildirinin öğleden sonra yayımlanmasını istedi. Daha sonra gemi Malta’ya hareket etti.
İngiliz yüksek komiseri Henderson, Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporunda sultanın tahtından çekilmediğini ve çekilmeye de niyeti olmadığını, İngiliz himayesini isteme sebebinin İngiltere’nin pek çok müslüman tebaaya hükmetmesi olduğunu bildirdi. General Harington, öğleden sonra yayımladığı resmî bildiride Vahdeddin’in hayatını tehlikede gördüğünden bütün müslümanların halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve başka bir yere naklini talep ettiğini, arzusunun sabahleyin yerine getirildiğini duyurdu. Öte yandan bazı kaynaklarda padişahın kaçışında Refet Paşa’nın da kısmen rolü olduğu bildirilir. Daha sonra padişahın kaçırılışını bütün ayrıntılarıyla basına veren İngilizler şöyle diyordu: “Kemalistler şüphesiz ki halifeye baskı yaptığımızı ileri süreceklerdir, ama bunun aslı esası yoktur. Bildiklerimiz onu muhafaza bile etmiyorlardı.” İngilizler sorumluluğu sanki Mustafa Kemal taraftarlarına yükleme gayreti içindeydi. İngiliz gazeteleri halifenin son selâmlık merasiminde aleyhindeki gösterilere karşı vakur davrandığını, törende korkmadan hazır bulunduğunu, fakat 17 Kasım Cuma günü yapılacak selâmlık merasiminde hayatına kastedilmesinden korktuğu için kaçtığını yazıyordu. Ankara hükümetinin padişahı yargılama kararını da kaçış sebebi olarak gösteriyordu.
VI. Mehmed ise daha sonra yazılan hâtıratında kaçmadığını, hicret ettiğini söyleyecektir. Saltanatsız bir hilâfeti red veya kabul etmek mecburiyetinde bırakıldığını, buna karşı koyma veya baş eğme imkânını bulamadığını, etrafını saran kör ve nankörlerden bunaldığını, kamuoyunun yatışmasına ve durumun açıklık kazanmasına kadar geçici olarak tehlikeli bölgeden ayrılmaya karar verdiğini, kutsal topraklara gitmek için bir istasyon demek olan Malta’nın seçimini ehvenişer saydığını, Peygamber’in yolundan giderek diyanet ve İslâmî saltanat aleyhine hareket etmekte olanlardan ayrılıp hicret ettiği halde ecdadından miras kalan saltanat hakkından ve hilâfetten hiçbir zaman feragat etmediğini belirtecektir.
Malta’da İngiliz genel valisi kral adına Vahdeddin’i karşıladı. Mehmed Vahdeddin, krala teşekkürlerini bildirirken tahtından ve hilâfetten feragat etmediğini tekrarladı. Pini Kışlası’nda padişah ve maiyetindekiler için her türlü konforu haiz sekiz odalı bir daire hazırlandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, VI. Mehmed’i hal‘ederek Abdülmecid Efendi’yi halife seçti (19 Kasım). Haberi duyan Mehmed Vahdeddin’in ilk tepkisi, “Beni ancak müvekkil-i zîşânım hal‘edebilir” oldu. Yeni halifeyle ilgili haberleri gazetelerden okuyunca, “Mecid Efendi nihayet muradına erdi. Zavallıya bir imam postu gönderdiler. O hâlâ bilmezden gelerek ve cübbesini sürükleyerek tahta oturmaya yelteniyor” diyordu. Yeni halife ise verdiği bir demeçte (20 Kasım) ona hain diye hitap ediyordu. Ayrıca sadece vatana ihanet etmekle kalmadığını, hânedanın şerefini de lekelediğini, artık vatandan da hânedan sicilinden de kovulduğunu söylüyordu.
Bu arada İngilizler, kendileri için masraflı olmaya başlayan eski padişahı başlarından atmanın yollarını arıyordu. İngilizler’in desteğiyle Osmanlı Devleti’ne karşı isyan eden ve Arabistan meliki ilân edilen Şerîf Hüseyin onu Mekke’ye davet etti. Mehmed Vahdeddin, Hicaz’a gitmeyi Şerîf Hüseyin’in daveti üzerine kabul etmediğini, vekili bulunduğu peygamberin daveti ve emsalsiz bir mânevî müjde olduğuna inandığı için razı olduğunu İngiliz kralına bilhassa bildirmelerini rica etti. Krala gönderilmek üzere verdiği bir belgede ise şehzadeliğinden beri Osmanlı-İngiliz ilişkilerine ve İngiliz dostluğuna verdiği önemi anlatıyordu. İstanbul’da kalarak rakiplerinin iftiralarını çürütmeye imkânı olmadığından dünyanın gözünde kendini temize çıkarabilmek için Türk topraklarını terkettiğini söylüyordu. Hilâfet meselesinin bütün İslâm âlemini ilgilendiren tamamen dinî bir konu olduğunu, Mekke’ye varınca bu konuda bir bildiri yayımlayacağını ifade ediyordu. 20.000 sterlinlik şahsî servetiyle on yaşındaki oğlunun birkaç bin sterlininin bankalarda kalmasını, istediğinde hizmetine sunulmasını istiyordu.
İngiliz savaş gemisiyle Malta’dan ayrılan (5 Ocak 1923) Mehmed Vahdeddin, Port Said Limanı’nda Kral Hüseyin’in oğlu tarafından karşılandı. Bundan sonra ikinci sınıf bir gemiyle Süveyş’e, oradan da üçüncü sınıf bir gemiyle Cidde’ye ulaştı (15 Ocak 1923). Kral Hüseyin misafirini 101 pâre top atışıyla karşıladı. Buradan Mekke’ye geçildi. Şubat sonuna kadar Mekke’de kalan padişah Kıbrıs veya Hayfa’ya gitmek istediğini Kral Hüseyin’e bildirdi. Hüseyin, Cidde’deki İngiliz temsilciliğine yazarak bunun arkasında başka sebepler olabileceğini söyledi. Londra’dan Mehmed Vahdeddin’in Tâif’te oturması tâlimatı geldi.
Mehmed Vahdeddin iklimi daha mutedil olan Tâif’e gitti. İslâm dünyası onun Hicaz ziyaretini eleştiriyordu. Şerîf Hüseyin kastedilerek İngiltere’nin iki adamının bir araya geldiği söyleniyordu. İngilizler’in onları İslâm dünyasındaki etkisini pekiştirmek için kullandığı ileri sürülüyordu. Hint müslümanlarından Mevlânâ Ebü’l-Kelâm, Vahdeddin’in Kemalist kahramanları idama mahkûm ettirdiğini, Kemalistler İngiliz düşmanlığıyla devlet ve milleti kurtarırken onun müslümanlar arasına fitne sokmak için İngilizler tarafından kullanıldığını, padişahın fitneyle İslâm’a zarar verdiğini ve Hicaz kralıyla birleşmesi halinde ümmet ve millet düşmanı kesileceğini yazıyordu. Mehmed Vahdeddin bu eleştiriler karşısında bütün İslâm âlemine hitaben bir beyannâme neşretti. Şerîf Hüseyin’in engellemesi yüzünden dağıtılamayan beyannâmenin bir özeti el-Ehrâm’da yayımlandı (16 Nisan 1923). Bu beyannâmede Mehmed Vahdeddin icraatını savunmakta, hakkındaki suçlamalara cevap vermekte, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını suçlamakta, onu Anadolu’ya kendisinin gönderdiğini, sonradan hükümetini tanımadığı için cezalandırılması maksadıyla üzerine güç gönderilmesini gerekli gören kabineye göz yumduğunu, Ankara-İstanbul ikiliğini önlemeye çalıştığını, hilâfetin saltanattan ayrılmasına karşı çıktığından dolayı vatan haini olarak suçlandığını, hilâfet makamının şeref ve haysiyetini korumak için geçici olarak tahtından, vatanından, huzur ve rahatından ayrı düşmeyi bile göze aldığını, hilâfet hakkında Ankara’da verilen hükmü kesinlikle kabul etmediğini belirtmekteydi (Bardakçı, s. 307-312, 447-452).
Hicaz’da daha fazla kalamayacağını anlayınca Tâif’ten Mekke’ye dönerek (15 Mart) Filistin’e geçmek istedi. Fakat İngilizler buna izin vermedi ve yol parası kendisine ait olmak üzere İsviçre’ye götürebileceklerini bildirdiler. Kıbrıs’a gitmek isteyen Mehmed Vahdeddin Cidde’ye geldi (17 Nisan). İngilizler kesin bir dille bunu da reddettiler. Bunun üzerine deniz yoluyla Süveyş’e, oradan Mısır hükümetinin tahsis ettiği trenle İskenderiye’ye ulaştı. İngilizler, yetmiş iki saatten fazla Mısır’da kalmasına izin vermedikleri için İsviçre’ye gitmek üzere yola çıktı. Bu sırada Lozan Konferansı devam ediyordu. Padişahın İsviçre’de olmasını sakıncalı bulan İngilizler onu İtalya’ya yönlendirdiler.
İtalyan hükümeti, Mehmed Vahdeddin’i Cenova Limanı’nda gayri resmî bir törenle karşıladı (2 Mayıs 1923). Karşılayıcılar arasında bulunan Damad Ferid Paşa eski efendisiyle son defa görüştü. San Remo’daki Villa Nobel’e yerleşen Mehmed Vahdeddin, bir müslüman toprağına gitmek ümidiyle İngiltere’ye ve diğer devletlere yaptığı müracaatlardan bir sonuç alamadı. On altı ay boyunca tek başına yaşadı. Ailesine ancak 3 Mart 1924’te Osmanoğulları’nın sürgüne gönderilme kararının alınmasıyla kavuşabildi. Ailenin sayısı arttığı için Villa Mamolya’ya taşındı. Bütün kaçaklar San Remo’da toplandıklarından burada küçük bir İstanbul oluştu. Padişah esasen yetersiz olan parasının bir kısmını bunlara kaptırdı.
Mehmed Vahdeddin, Türkiye dışında kalan hânedan mallarının geri alınabilmesi maksadıyla başlatılacak olan hukukî mücadelede kullanılmak üzere aile fertlerinden vekâlet istedi. Nice’e yerleşmiş olan Abdülmecid Efendi de onun hal‘edilmesi dolayısıyla ailenin reisinin kendisi olduğunu söylüyordu; vekâletnâmeyi de “halife” unvanını yazarak imzaladı. Vahdeddin, Ankara’nın hilâfeti kendisinden alıp Abdülmecid’e verdiğini kabul etmesi anlamına geleceği düşüncesiyle vekâletnâmeyi unvansız olarak imzalaması için geri gönderdi. Abdülmecid direndi. Sonuçta ikisi de unvansız olarak aileden iki kişiye vekâlet vermek suretiyle kriz aşılabildi (10 Mayıs 1926).
Hilâfetin ilga edilmesinden sonra Mısır’ın bir hilâfet kongresi toplayacağını haber alan Mehmed Vahdeddin, Mısır Ulemâ Birliği başkanına bir mektup göndererek hâlâ halife olduğunu, şeriatı savunabileceği bir yer bulabilmek için İstanbul’u terkettiğini bildirdi. Mısır ulemâsı Abdülmecid Efendi’ye vaktiyle vermiş olduğu biatı geri aldı. Mısır Ulemâ Birliği başkanı onun mektubuna verdiği cevapta, müslümanların hilâfetin kaderini belirlemek ve hatayı düzeltmek için Kemalistler’le anlaşmak üzere kongre düzenlemeye karar verdiklerini açıkladı. Kral Fuâd’ı halife yapmak isteyen Mısır ulemâsı ve basını da onun aleyhine yoğun kampanyaya girişti. Ezher şeyhi vekili eski padişahın milliyetçi savaşçıları şeriata aykırı davranmakla suçladığını, sonra da gidip İngilizler’e sığındığını yazdı. Mustafa Kemal’i 400 milyon müslümanın örnek alacağı kişi olarak ilân etti. Tartışmalar devam ederken Mehmed Vahdeddin Ezher şeyhine bir mektup daha yazarak hayatta olduğunu, hilâfetten feragat etmediğini, halife seçimiyle vakit geçirme yerine var olan halifeye müslüman memleketlerden birinde kalabileceği bir yer bulmalarını istedi. Hilâfet kongresine bir bildiri gönderip yapılan hazırlıkları protesto etti, hiçbir zaman saltanat ve hilâfet haklarından feragat etmediğini ve etmeyeceğini bildirdi. Kongre 13 Mayıs 1926’da toplandı. Mehmed Vahdeddin kongrenin toplanma haberini almadan vefat etti (16 Mayıs 1926).
Mehmed Vahdeddin İstanbul’dan 20.000 İngiliz lirasıyla çıkmıştı. Onun da bir kısmını dolandırıcılara kaptırmış, bir kısmını da eski kayınbiraderi ve yaveri Zeki Bey kumarhanelerde yemişti. Şiddetli para sıkıntısı çektiğinden elinde para edecek nesi varsa satmıştı. En son padişahlık nişanını da satışa çıkarmış, madalyanın sahte olduğunu öğrenince daha tahta çıktığı günlerde kendisine bu oyunu oynayanları hatırlayarak üzülmüştü. Öldüğünü duyan alacaklılar kapıya dayandı. Bütün San Remo esnafına 60.000 liret borcu vardı. Haciz memurları, Villa Mamolya’da buldukları bütün eşya ile birlikte eski padişahın cenazesini de bir odaya kilitleyerek kapıyı mühürlediler. İtalyanlar borçların tamamı ödeninceye kadar cenazenin defnine izin vermediler. Alacaklılara verilecek para ancak bir ayda temin edilebildi.
Bu arada cenazenin defnedileceği bir müslüman toprağı arandı. Şam’daki Süleymaniye Camii’ne gömülmesi kararlaştırıldı. Fransa’dan gerekli izin alındı. Borçların tamamı ödenip haciz kalktıktan sonra cenaze bir at arabasıyla istasyona (15 Haziran), oradan trenle Trieste’ye götürüldü. Burada gemiye yüklenen naaş, Şehzade Ömer Faruk Efendi nezâretinde Beyrut’a, oradan trenle Şam’a ulaştırılıp defnedildi (3 Temmuz 1926).
Mehmed Vahdeddin, yakınlarının ve yanında çalışanların ifadesine göre iyimser ve sabırlı bir kişiliğe sahipti; sarayında nazik ve müşfik bir aile babasıydı; dışarıda ve bilhassa resmî törenlerde ise soğuk, çatık kaşlı ve ciddi durur, kimseye iltifat etmezdi; dinî geleneklere çok önem verirdi; saray dedikodularını bilmez ve yanında konuşulmasından hoşlanmazdı. Resmî olmayan sohbetlerinde bile daima ciddiyetiyle dikkat çekerdi. Yine söz konusu kaynaklar onun, zeki ve çabuk kavrayışlı olduğunu, ancak gayet evhamlı, kararsız ve o nisbette inatçı mizacı bulunduğunu maiyetinin ve bilhassa itimat ettiği kişilerin tesiri altında kaldığını belirtirler.
VI. Mehmed ileri seviyede edebiyat, mûsiki ve hat sanatlarıyla uğraşmıştır. Besteleri tahtta bulunduğu yıllarda sarayda icra edilmiştir. Tâif’te iken arka arkaya bestelediği şarkıların güfteleri daha çok vatan hasretini ve geride bıraktıklarından haber alamamanın acılarını terennüm etmektedir. Ona ait altmış üç eser tesbit edilmekle birlikte ancak kırk bir eserinin notaları mevcuttur. Şairliğine örnek teşkil edebilecek şiirleri sadece şarkılarının yine kendisine ait olan güfteleridir. Aynı zamanda iyi bir hattattı.
Hâtıralarını başyaveri Avni Paşa’ya San Remo’da dikte ettirmiş, fakat tamamlamamıştır. Metin ayrıntılı bir hâtırat olmaktan çok olaylarla ilgili yorumlarıdır. Ayrıca Şerif Paşa’nın San Remo’da padişahla yaptığı görüşmeler sırasında Fransızca tuttuğu notlar bulunmaktadır. Burada da tahta çıkışından İstanbul’u terkedişine kadarki gelişmeleri sade bir üslûpla özetlemektedir (Bardakçı, s. 417-446).
ESER
PADİŞAH
SES SANATÇISI